Birgün’de sudan karaya geçiş masalı

Birgün gazetesinin 12 Haziran 2006 tarihli sayısında “Evrimde kayıp halka: Tiktaalik roseae ile sudan karaya…” başlıklı bir yazı yayınlandı. Hacettepe Üniversitesi araştırma görevlisi Fatih Dikmen tarafından hazırlanan yazı, yeni bulunan Tiktaalik roseae fosilini evrim teorisinin sudan karaya geçiş iddiası çerçevesinde ele alıyor, evrimden bir gerçek olarak söz ediyordu. Ancak Dikmen, sudan karaya geçiş senaryosunu bilimsel kanıtlarla desteklemiyor, hatta bunun fosil kayıtları açısından geniş boşluklarla kuşatıldığını itiraf etmek zorunda kalıyordu.

Kanıtlar yerine hikayeler sunan yazı, balığın insana hayali dönüşümünü simgeleyen gözboyayıcı resimlerle de süslenmişti. Aşağıda Birgün gazetesinin bilim dışı propagandası cevaplanmaktadır.

Tesadüfi değişimlerle sudan karaya çıkıp yaşama devam eden balık türlerinin hikayesine inanmak, imkansıza inanmakla aynı şeydir

Evrim teorisinin sudan karaya geçiş iddiası, deniz ve kara omurgalılarının beden yapılarında köklü ve çok geniş çaplı fizyolojik farklılıklar nedeniyle imkansız bir senaryodur. Bu farklılıkları genel olarak özetleyecek olursak; bir balık, suyun içinde ağırlığını kaldırmak için bir iskelete ihtiyaç duymaz. Kara canlıları ise beden ağırlıklarını destekleyebilen, sağlam bir kemik dokusundan meydana gelen iskeletlere sahiptirler. Bu iki grup canlı, suyun korunumu açısından da önemli fizyolojik farklılıklara sahiptirler. Balıkların aksine, kara canlıları suyu bedenlerinde tutacak ve verimli bir şekilde kullanımı sağlayacak organlara ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç, böbrek gibi son derece kompleks bir organı içeren kapsamlı bir sistemle giderilir. Bunun yanı sıra solunum organları da farklıdır. Kara canlılarında akciğerli solunum mevcuttur ve bu organ, son üstün bir mühendislik harikası sergileyen mikroskobik hava keseciklerini içerir. Bir insanın akciğerinde yaklaşık 300.000 kadar hava keseciği bulunur. Bunlar akciğerde, maksimum miktarda oksjieni kana aktaracak ancak minimum yer kaplayacak şekilde yerleştirilmişlerdir. Öyle ki, büyüklüğü bir insan elinden fazla olmayan insan akciğerindeki hava keseciklerinin iç duvarlarının toplam yüzeyi, bir tenis kortunun alanı kadardır.

Dikmen’in kendisi de bu geçişin, “canlılar dünyasında solunum, işitme ve hareket ile ilgili pek çok yapısal ve fonksiyonel yenilikleri içeren bir değişimi simgelediğini” belirterek bu gerçeği kabul etmektedir. Ne var ki Dikmen, bir gerçek olarak anlattığı bu değişimlerle ilgili hayati önemde bazı soruları göz ardı etmektedir. Yazısında bunların “nasıl” gerçekleşmiş olabileceğine dair hiçbir bilimsel bulgu sunmamaktadır. Örneğin, yapısal ve fonksiyonel olarak birbirinden son derece farklı olan bu formlar arasındaki hayali değişim;

a) hangi mekanizmalarla
b) hangi aşamalarla gerçekleşmiş olabilir?

Evrimciler de bu iddiayı bilimsel bir gerçek olarak savunduğuna göre, bu delillendirmeyi yapabilmelidirler. Yapmalıdırlar. Oysa Birgün gazetesindeki iddiaya dayanak aradığımızda karşımıza çıkan şey, bilimsel kanıtlar değil, çaresizlik itirafları ya da büsbütün suskunluktur.

Örneğin Dikmen, iddia ettiği bu değişimin evrim teorisinin dayandığı mutasyonlarla nasıl gerçekleşmiş olabileceği hakkında tam bir sessizlik içindedir. Bu sessizlik ise evrimcilerin bilim karşısındaki çaresizliğinin bir tezahürüdür. Canlıları evrimleştirmek için onları nesiller boyu mutasyonlara maruz bırakan bilim adamları, tek bir örnekte dahi ortaya yeni bir canlı çıktığını gözlemlememişlerdir. Değil yeni tip bir canlı, yeni tek bir protein dahi ortaya çıkmamıştır. Herhangi bir evrimciye sorun, canlıların DNA”sına yeni genetik bilgi ekleyen mutasyon gözlemlenmiş midir diye, aynı sessizlikle karşılaşırsınız. Milyonlarca sayfa evrimci literatürde bu yönde verilebilecek tek bir örnek dahi yoktur. Aksine, literatür, mutasyonların etkisinin daima yıkıcı olduğunu kanıtlayan deney ve gözlemlerin anlatımıyla doludur.

Canlılık ise rastlantısal mutasyonlarla açıklanamayacak kadar kompleks yapılara ve yüklü miktarda genetik bilgiye dayanmaktadır. Tek bir hücre, ciltlerce ansiklopedik bilgiyi barındıran veri bankalarına, bu bilgiyi okuyup tercüme eden şifreleme sistemlerine sahiptir. Bu tek hücrede dahi, DNA”nın kodladığı onbinlerce çeşit protein, milyarlarca adette sentezlenmekte, bunların meydana getirdiği “moleküler makineler” hücre içi kargodan genetik bilginin tercümesine kadar çok çeşitli işleri yerine getirmektedirler. Tüm bu sistemler, son derece hassas bir şekilde birbirine entegre olmuş alt sistemlerden meydana gelirler. En önemlisi, parçalardan herhangi birinin kusurlu veya eksik olması durumunda işlev göremeyecek özelliktedirler.

Bir protein dahi, yapıtaşlarını oluşturan 20 tipte aminoasitin çok hassas ve uzun bir zincir halinde meydana getirdiği dizilimden oluşur. Bu hassas dizilimin, rastlantısal olarak bir araya gelme ihtimali üzerinde yapılan biyomatematiksel hesaplamalar, yaşamın kökeninin tesadüfleri kesin olarak reddettiğini ortaya koymuştur. Dolayısıyla evrim teorisi, henüz tek bir proteinin dahi kökenini açıklayamamaktadır.

Evrimcilerin böylesine kompleks olan yaşam formlarının kökenini açıklamada dayandığı mutasyonlar, hiçbir planlama gücü ve şuuru bulunmayan rastgele değişimlerdir. Bu bilinçsiz değişimlerin ardı ardınca yaşandığının farz edildiği ve adına evrim denilen hayali sürecin ise bir balığı bir kara omurgalısına dönüştüremeyeceği açıktır.

Evrimciler ise, henüz moleküler seviyede çamura saplanmış olan teorinin, çok daha yüksek bir organizasyon sergileyen balık ve kara omurgalılarına dair masallarında ısrar etmektedir. Dikmen”in anlattığı senaryonun muhtemel aşamaları üzerinde birazcık dahi düşündüğümüzde ise bunun imkansızlığı hemen ortaya çıkar.

Öncelikle bir balık, milyarlarca hücrenin dokular; organlar ve sistemler olarak organize olmuş halidir ve hücrenin yukarıda anlattığımız kompleksliğinden daha da ileridir. Tüm bu alt sistemlerin, bir yeni protein dahi ortaya çıkaramayan tesadüfi değişimlerin etkisi altında daha da büyük çaplı yıkım meydana getireceği açıktır. Çünkü tesadüfi değişimlerin ne şekilde ve ne zaman ortaya çıkacağı belli değildir. Mutasyonların yıkıcı etkisi bir an için gözardı edilse ve bir organı birazcık değiştiren faydalı bir mutasyon gerçekleşse dahi, bunun sonraki aşamaları gerçekleşmeden, diğer yıkıcı mutasyonların etkisiyle bu fayda yitirilecektir.

Bunu bir benzetmeyle açıklayacak olursak, bir masa üzerinde yatay vaziyette ve dağınık şekilde bulunan iskambil kartlarından iki-üç tanesi rüzgarın etkisiyle rastlantısal olarak dik vaziyette birbirine dayanacak olursa, bir sonraki rüzgar diğer kartları buna vuracak, onu yıkacaktır. Zaman ne kadar uzun ve tekrarların sayısı ne kadar çok olursa olsun, ortaya iskambil kartlarından bir şato çıkmayacaktır.

Sudan karaya geçiş senaryosu da bu gibi bir “domino etkisiyle” engellenmektedir. Çünkü bir organda faydalı mutasyon meydana gelse dahi, aynı şekilde başlangıç aşamasında olan diğer sistemlerde- akciğerli solunum sistemleri, göz kapakları, böbrek, üstün bir denge ve hareket kabiliyeti sağlayan bir omurga, kol, bacak, eklemler ve bunları destekleyen sinir-kas dokularında- yıkım meydana getirme suretiyle bu gelişmeyi baskılayacak, canlı kara omurgalısına doğru hiçbir ilerleme kaydedemeyecektir.

Nitekim Fatih Dikmen de bu problemin farkında olduğundan olacak, sudan karaya geçiş iddiasının gerektirdiği bu çok sayıda fonksiyonel aşamanın mutasyonların yıkıcı etkisine rağmen nasıl aşılmış olabileceği konusuna tek bir cümlelik dahi yer ayırmamaktadır.

Peri masallarında kurbağalar, hiçbir biyolojik mekinazma olmaksızın prenslere dönüşebilmektedir. Evrimciler de hiçbir mekanizma göstermeksizin balıkların insanlara dönüşebileceğini iddia etmektedirler. İkisi de hayali birer hikayedir. Adına “evrim” denen ikinci hikayenin tek farkı, daha uzun zamana yayılmış olmasıdır. Bu hikayenin bilimsel görünümü ise tamamen aldatıcıdır. Evrimci düşünür Mary Midgley”in, “Evrim teorisi, bizim yaratılış hikayemizdir…bizlere buraya nasıl geldiğimizi söyler ve bizler bize ne olduğumuzu söylemesini umarız” sözlerinin de gösterdiği gibi, evrimciler bu teoriyi materyalist bir varoluş hikayesi olarak anlatmakta, ideolojik olarak ayakta tutmaktadırlar. Birgün gazetesindeki yazının da bilimle alakası yoktur. Gazete, benimsediği ideoloji doğrultusunda bu hayali hikayeyi yaygınlaştırmaya çalışmaktadır, o kadar.

Dikmen”in Paleontoloji hakkındaki yanılgısı

Dikmen, fosil kanıtlarla ilgili olarak da daha cömert sayılabilecek bir tutum sergilememektedir. Dikmen kabul etmelidir ki, “çoğu zaman bulunan fosiller arasında geniş boşluklar vardır ve bu boşlukları dolduracak eksik halkalar yani geçiş formları ile ilgili araştırmalar devam etmektedir” diye yazdığı satırlarda, bilimsel kanıt değil, “mazeret” öne sürmektedir.

Yazısına “Paleontolojinin öngörüsü” başlıklı bir bölüm de ayıran Dikmen, bu kısımda önce “eksik halka” kavramını tanımlamakta, sonra da paleontoloji biliminin bu halkaların ortaya çıkarılacağı gibi bir öngörüde bulunduğunu iddia etmektedir. Ancak bu iddiasında ciddi bir biçimde yanılmaktadır. Kayıp halka kavramı, paleontolojinin bir öngörüsü değildir, hatta tam aksine, paleontologlar, Dikmen”in iddiasının aksine, kayıp halkaların bulunacağını değil, kayıp olmayı sürdüreceklerini öngörmektedirler. Üstelik günümüzden onyıllar önce başlayarak. Çünkü paleontolojik kanıtlar bunu göstermektedir. Örneğin bir dönemin önde gelen paleontologlarından A. S. Romer, 1963 yılında kayıp halkalar hakkında şunları ifade etmiştir:

“Bağlantılar, tam da [türler arasında geçiş gösterebilmek için] onlara en hararetli bir şekilde ihtiyaç duyduğumuz noktalarda bile kayıptırlar ve birçok bağlantının kayıp olmayı sürdürmesi kuvvetle muhtemeldir”. (A.S. Romer, chapter in Genetics, Paleontology and Evolution, 1963, s. 114.)

Prestijli bilim dergilerinden Nature“ın editörü ve aynı zamanda evrimci bir paleontolog olan Henry Gee, 1999 basımı In Search of Deep Time başlıklı kitabında şunları yazar:

“Gazeteciler ve manşet yazarlarının, ataları bulma arayışları ve kayıp bağların keşfiyle ilgili olarak dört bir yanda sürdürdüğü gevezelikle karşılaştırdığımızda şunu öğrenmek şaşırtıcı gelebilir: Birçok profesyonel paleontolog, canlılığın tarihini senaryo ve hikayelere dayanarak incelememektedirler ve evrimsel tarihin hikaye anlatım şeklini, bilimdışı olması yüzünden otuz seneden fazla bir süre önce terk etmişlerdir.” (Henry Gee,  In Search of Deep Time, Beyond the Fossil Record to a New Hıstory of Life”, The Free Press, A Division fo Simon & Schuster, Inc, 1999, s. 5)

Bunun sebebi, fosil kayıtlarında kayıp halka arayışındaki paleontologların daima hüsrana uğramasıdır. Oklahoma Üniversitesi Jeoloji ve Jeofizik Bölümü”nden David B. Kitts, “Evrim türler arasında ara geçiş formları gerektirir ancak paleontoloji bunları sağlamamıştır,” derken bu gerçeğe işaret etmiştir. (David B. Kitts (School of Geology and Geophysics, University of Oklahoma), “Paleontology and Evolutionary Theory”, Evolution, Sayı 28, Eylül 1974, s. 467)

Kısacası paleontoloji bilimi, kayıp halka ve ara formların “varlığını” değil “yokluğunu” ortaya koymuştur. Bunun aksini iddia etmek, bu gerçekleri görmezden gelmek anlamını taşımaktadır.

Tiktaalik roseae: evrimci hayallerde son halka

Dikmen”in evrim kanıtı olarak gündeme getirmeye çalıştığı Tiktaalik roseae, yaklaşık 385 milyon yıl öncesine ait bir fosildir ve Kanada”nın kutup bölgesinde ele geçirilen, nispeten iyi korunmuş kemiklere dayanmaktadır. Dikmen”in de itiraf ettiği gibi, fosil kayıtları evrimciler adına geniş boşluklar ortaya koymaktadır. Evrimci paleontolog Barbara J. Stahl, Vertebrate History: Problems in Evolution adlı kitabında şöyle yazar:

Bilinen balık türlerinin hiçbiri, karada yaşayan dört ayaklıların atası olarak belirlenememektedir. Bu balık türlerinin çoğu amfibilerin ortaya çıkmasından sonra yaşamışlardır. Amfibilerden önce gelen balıkların, dört ayaklılarda bulunan eklem ve omurgaların herhangi birisini geliştirdiklerine dair ise hiçbir delil yoktur. (Barbara J. Stahl. Vertebrate History: Problems in Evolution, Dover, 1985. s. 148)

Canlı türleri gerek fosil, gerekse moleküler düzeyde birbirlerinden izole olmuş gruplar oluşturmakta, çok sayıda deney ve gözlemle desteklenen bu durum, canlıların ayrı ayrı yaratıldığını doğrulamaktadır. Evrimciler ise, bunu kabullenmemekte direnmekte, bazı soyu tükenmiş canlılar üzerinde gözboyayıcı yorumlarıyla durumu kendi lehlerine çevirmeye çalışmaktadırlar. Tiktaalik roseae ile ilgili propagandaları da bu yöndeki son çabalarıdır.

Bu fosilin sudan karaya geçiş senaryosuna aday karakter olarak gösterilmesinin sebebi, yüzgeçlerinde kemiklere; nispeten kalın kaburga kemiklerine ve bir timsahınkini andıran yassı ve uzun kafatasına sahip olmasıdır.

Evrimci yayınlarda, bu canlının balık ve kara omurgalısı arasındaki anatomik sınırları ortadan kaldırdığı, bir diğer deyişle her iki grubun da özelliklerini barındırdığı yazılmaktadır. Ancak iki ana canlı grubunun karakteristik özelliklerini barındırması, bir canlıyı evrim teorisinin kanıtı olabilecek bir geçiş formu yapmamaktadır. Bunun güzel bir örneği, platypus isimli canlıdır. Platypus, kuşların karakteristik özelliği olan gagaya sahip olduğu halde memelilerin karakteristik özelliği olan kıllara da sahiptir. Üstelik bir sürüngen gibi yumurtlamaktadır. Bu gibi karma özellikleri bünyelerinde barındıran canlılar “mozaik” canlılar olarak isimlendirilmektedir. Mükemmel şekilde üreyebilen, yaşamsal mekanizmaları kusursuz şekilde işleyen bu canlılar evrim teorisi için hiçbir kanıt oluşturmamaktadır.

Ara formlar, eksik, yarım, işlevini tam göremeyen organlara sahip olan canlılar olmalıdır. Oysa mozaik canlıların sahip oldukları organların her biri eksiksiz ve kusursuzdur. Yarı gelişmiş organları yoktur, başka canlılardan evrimleşmiş olabileceklerine kanıt gösterilebilecek fosil serilerinden yoksundurlar. Bu durum, Stephen Jay Gould gibi önde gelen evrimcilerce de kabul edilen bir gerçektir.

Ayrıca Tiktaalik”in yüzgeçlerindeki kemikler, bunun kara omurgalılarının ayak ve kollarının yüzgeçlerden evrimleştiğini kanıtlamamaktadır. Çünkü omurgalılarda çift üyeler (kol ve bacak gibi uzantılar) omurgaya omuz ve kalça kısımlarında sıkı sıkıya bağlıdır. Bu bağlantılar olmadığı sürece, bir canlının uzantılarındaki kemikler, onun ağırlığını taşıyamazlar.

Bu yapılarla ilgili evrimci iddiaların gerçekçilikten ne kadar uzak olduğunu gösteren bir ibret vakası, Coelacanth“tır. Evrimciler, bir zamanlar sadece fosil örneklerden bilinen Coelacanth balığının yüzgeçlerindeki kemiklere bakarak bunun sığ deniz tabanında sürünen ve karaya çıkma hazırlığında bir geçiş formu oluduğunu iddia etmişlerdi. Ancak daha sonradan balığın canlı örnekleri ele geçirildiğinde kemikli yüzgeçlerin sürünme veya yürümeyle ilgili hiçbir harekette kulanılmadığı, Coelacanth“ın son derece kompleks özelliklere sahip normal bir balık türü olduğu anlaşılmıştı.

Kısacası, evrimcilerin Tiktaalik roseae üzerinde oluşturmaya çalıştığı sansasyon, önceden benimsenmiş bir dogma doğrultusunda yapılan abartılı yorumlardan ibarettir ve aleyhteki bulguları tamamen yok sayan körü körüne bir bakış açısının eseridir.

Hiç yaşamamış hayali canlılar

Dikmen, hazırladığı yazıyla birlikte insana doğru evrimleşen hayali ara formların resimlerine de yer vermiştir. Bunlar, hiçbir gerçekliği olmayan, tümüyle hayal ürünü olan resimlerdir. Evrimciler, halkı bir kez daha bilimsel görünümlü iddialarla etkilemek için bu aldatmacaya başvurmuşlardır. Gerçeklerle değil, hayali unsurlarla desteklemeye çalıştıkları inançları ise, bu resimler gibi, bir hayalden ibarettir.

Sonuç:

Eğer Darwinistler teorilerini bilimsel olarak savunuyor olsalardı, yaşamın tesadüflerini reddeden kompleksliğini ve fosil kayıtlarında ara formlardan eser bulunmayışını görerek teorilerini terk etmeleri, Allah”ın tüm canlıları yarattığını kabul etmeleri gerekirdi. Bunu yapmamakla ve Darwinizm”de ısrar etmekle iflas etmiş bir teoride diretmektedirler. Böylece kanıtlarla çürütülmüş bir teoriyi, kanıtlara tercih etmekle bilimin değil, efsanenin savuncusu olduklarını göstermektedirler.

Birgün gazetesinin sudan karaya geçiş hikayesi de böyle bir efsaneden ibarettir. Gazeteye modern bilim tarafından çürütülmüş olan evrim efsanesinin savunuculuğuna son vermesini, yaratılış gerçeği aleyhinde hayali hikayelerle bir yere varamayacağını görmesini diliyoruz.

Ayrıca bakınız

Nature ve BBC’den insanın sözde evrimi senaryosunu çürüten haber

8 Haziran 2017 tarihinde Nature dergisinde yayınlanan bir makalede Fas’ta bulunan yeni insan fosillerinin ortalama …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.