Aktüel Dergisi”ndeki Evrimci Yanılgılar

Aktüel dergisinin 26 Ağustos 1999 tarihli sayısında “Bilim “Niçin”e Değil, “Nasıl”a Cevap Arar” başlıklı bir söyleşi yayınlandı. Aktüel muhabiri Defne Asal”ın Veysel Atayman isimli evrimci mütercimle yaptığı söyleşide, evrim teorisinin bilimsel bir gerçek olduğu, öte yandan yaratılışın ise bilimle ilgisi bulunmayan bir inanç sayılması gerektiği yönünde iddialar dile getirildi. Ancak bu iddiaları seslendiren Atayman”ın açıklamaları, önemli bilgi yanlışları ve yargı bozuklukları içeriyordu.

Türkiye”deki diğer evrimci yayınlarda da sık sık gözlemlenen bu yanılgıları sırasıyla inceleyelim.

1) Yaratılış Bilimsel Bir Açıklamadır

Evrimcilerin yaratılışı savunan kimselere “sizin savunduğunuz açıklama bilimsel değil” diyerek polemik yapmaları, aslında bir kaçıştan başka bir şey değildir.

Veysel Atayman, Aktüel“e yaptığı açıklamalarda, “bilim niçin sorusuyla değil, nasıl sorusuyla ilgilenir” demekte ve bunu da yaratılış açıklamasının bilim dışında kalması gerektiği iddiasına delil göstermektedir. Oysa Atayman”ın kurmuş olduğu bu mantık son derece tutarsızdır.

Çünkü yaratılış açıklaması da, aynı evrim teorisi gibi, canlıların “niçin” var oldukları değil, “nasıl” var oldukları sorusuyla ilgilidir. Evrim teorisi, yeryüzündeki canlılığın, sadece doğal süreçler ve tesadüfi olaylarla ortaya çıktığını iddia eder. Yaratılışa göre ise, doğal olayların ve rastlantıların canlılık oluşturmaları mümkün değildir, dolayısıyla canlılığın akıl sahibi bir varlık tarafından bilinçli olarak yaratılmış olduğu açıktır. Dikkat edilirse, bu açıklamaların her ikisi de “canlılar niçin var” sorusuyla değil, “canlılar nasıl ortaya çıktılar” sorusuyla ilgilidir.

Atayman bu gerçeği görmezden geliyor olabilir, ama evrim teorisinin önde gelen savunucuları daha duyarlı davranmaktadırlar. Evolutionary Biology kitabının yazarı Douglas Futuyma şöyle der:

Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.” (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197)

Görüldüğü gibi, teorik olarak, hem evrim hem de yaratılış bilimsel birer açıklamadır. Hangisinin doğru olduğunu bilimsel yöntemle bulabilmek içinse, Futuyma”nın belirttiği gibi, bilimsel bulgulara bakmak gerekir. Fosil kayıtlarını, canlıların kompleks yapılarını, biyokimyasal verileri incelemek gerekir. (Bu incelemeyi yaptığımızda ise, doğru olan açıklamanın yaratılış olduğunu açıkça görürüz; detayları Harun Yahya”nın Evrim Aldatmacası adlı kitabında açıklanmaktadır.)

Bu nedenle de, evrimcilerin yaratılışı savunan kimselere “sizin savunduğunuz açıklama bilimsel değil” diyerek polemik yapmaları, aslında bir kaçıştan başka bir şey değildir.

2) “İnsan Embriyosundaki Solungaçlar” Yanılgısı


Türkiye”deki evrimcilerin “evrimin muazzam delili” sandıkları “embriyolojik rekapitülasyon” teorisi gerçekte bir bilim sahtekarlığıdır. Teoriyi ortaya atan Alman evrimci Haeckel, insan ve balık embriyolarını birbirine benzetebilmek için çizim hileleri yapmış bir şarlatandır. Amerika”nın önde gelen bilimsel yayınlarından biri olan Science dergisi, 5 Eylül 1997 tarihli sayısında bu gerçeği “Haeckel”in Embriyoları: Sahtekarlık Yeniden Keşfedildi” başlığıyla kabul etmektedir.

Peki Atayman, üstte belirttiğimiz türdeki demagojilerini bir kenara bırakırsak evrime delil olarak ne göstermektedir? Bu soruya cevap bulmak için Aktüel”deki söyleşiyi incelediğimizde, en somut “delil” olarak, insanın embriyolojik gelişimi konusunu gösterdiğini görmekteyiz. Atayman aynen şöyle yazmaktadır:

Hamilelikte olduğu gibi; dört aylık bir evrim süreci yaşıyorsunuz, adeta birileri belge bırakmış size. Balık embriyosu halinizi, solungaçlı halinizi yaşıyorsunuz; ta ki insan haline gelinceye kadar. Buralara bakın, işte buralardan geçtik diyor, bir çeşit hafıza.

Atayman”ın burada sözünü ettiği ve “insan embriyosundaki balık solungaçları” kavramıyla ünlenen evrimci teorinin ismi “Embriyolojik Rekapitülasyon”dur. Teori, Darwin döneminde yaşayan Alman biyolog Ernst Haeckel tarafından ortaya atılmış ve Darwin tarafından da kendi teorisine delil olarak kullanılmıştır. Haeckel, insan, tavuk, balık, sürüngen gibi farklı canlı gruplarının embriyolarının ilk başta birbirlerine çok benzediklerini iddia etmiş, bunun evrime delil olduğunu savunmuştur. Atayman, yaklaşık 120 yıl önce ortaya atılan bu iddiayı en büyük evrim delili olarak karşımıza çıkarmaktadır.

Ancak Atayman”ın ve Türkiye”deki diğer evrim savunucularının çoğunun bilmedikleri ya da kabul edemedikleri çok önemli bir gerçek vardır: Sözkonusu Embriyolojik Rekapitülasyon teorisinin bir bilim sahtekarlığı olduğu çoktan ortaya çıkmıştır. Teoriyi ortaya atan Haeckel”in, embriyoları birbirine benzetmek için çizim hileleri yaptığı, gerçekte balık ve insan embriyolarının hiç benzemedikleri çoktan anlaşılmıştır.

Atayman”ın sözünü ettiği “insan embriyosundaki solungaçların” ise, gerçekte insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcı olan kanallar olduğu anlaşılmıştır.

Biz bu gerçeği şimdiye kadar pek çok çalışmamızda defalarca açıkladık. Ancak evrimcilerin ısrarla aynı sözde “delil”e sarılmaları nedeniyle bu konuyu bir kez daha açıklayalım.

Haeckel”in teorisinin sahtekarlıktan ibaret olduğu en önde gelen evrimci otoriteler tarafından da kabul edilmektedir. Dünyaca ünlü Science dergisi, 5 Eylül 1997 tarihli sayısında yayınlanan “Haeckel”in Embriyoları: Sahtekarlık Yeniden Keşfedildi” başlıklı haberde bu konuda şöyle yazılmaktadır:

“Londra”daki St. George”s Hospital Medical School”dan embriyolog Michael Richardson, “(Haeckel”in çizimlerinin) verdiği izlenim, yani embriyoların birbirine çok benzedikleri izlenimi yanlış” diyor… O ve arkadaşları Haeckel”in çizdiği türdeki ve yaştaki canlıların embriyolarını yeniden inceleyerek ve fotoğraflayarak kendi karşılaştırmalarını yapmışlar. Richardson, Anatomy and Embryology dergisine yazdığı makalede, “embriyolar çoğu zaman şaşırtıcı derecede farklı görünüyorlar” diye not ediyor.”

Haeckel”in embriyolorı benzer gösterebilmek için, bazı organları kasıtlı olarak çizimlerinden çıkardığını ya da hayali organlar eklediğini bildiren Science dergisi, makalenin devamında şöyle diyor:

“Richarson ve ekibinin bildirdiğine göre, Haeckel sadece organlar eklemek ya da çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda farklı türleri birbirlerine benzer gösterebilmek için büyüklükleri ile oynamış, bazen embriyoları gerçek boyutlarından on kat farklı göstermiş. Dahası Haeckel farklılıkları gizleyebilmek için, türleri isimlendirmekten kaçınmış ve tek bir türü sanki bütün bir hayvan grubunun temsilcisi gibi göstermiş. Richardson ve ekibinin belirttiğine göre, gerçekte birbirlerine çok yakın olan balık türlerinin embriyolarında bile, görünümleri ve gelişim süreçleri açısından çok büyük farklılıklar bulunuyor. Richardson “(Haeckel”in çizimleri) biyolojideki en büyük sahtekarlıklardan biri haline geliyor” diyor.”

İşte evrimci mütercim Veysel Atayman”ın teorisine delil olarak gösterdiği “embriyo benzerliği” masalının içyüzü budur. Bilimsellik iddiasıyla ortaya çıkan kişilerin, kendilerine delil olarak skandal niteliğindeki bilim sahtekarlıklarına sarılmaları ise, düşündürücüdür. Veysel Atayman, eğer evrim savunuculuğu rolüne üstlenecekse, en azından konuyla ilgili literatürü takip etmelidir. Belki o zaman, tartışılmaz bir gerçek sandığı evrim teorisinin gerçekte “kriz içinde bir teori” olduğunu da görebilir.

3) Genler Evrime Değil, Yaratılışa Delil Oluşturur

Evrimcilerin, özellikle de teori hakkında fazla bir bilgiye sahip olmayıp ona körü körüne inananların ilginç bir özelliği, evrim teorisine dayanarak kurdukları varsayımları, bir süre sonra teorinin delili sanmaya başlamalarıdır. Örneğin önce “eğer evrim doğruysa, canlıların genetik bilgisi de evrim sürecinin bir ürünü olmalı” diye bir varsayımda bulunurlar. Bir süre sonra ise bu varsayım “canlıların genetik bilgileri olduğuna göre, evrim teorisi doğru” şeklinde bir safsataya dönüşür.

Bu bozuk mantık örgüsü ünlü bilim felsefecisi Karl Popper tarafından teşhis edilmiş ve Popper bu nedenle Darwinizm”i bilim dışı bir inanç olarak nitelendirmiştir.

Aktüel“de yayınlanan söyleşide de aynı bozuk mantık örgüsünü görmek mümkündür. Veysel Atayman, “gen, evrimin hem sonucu hem kanıtıdır” demektedir. Ama bu ilginç iddiasını destekleyecek hiçbir delil gösterememektedir. Bir insan aynı mantıkla “insanların iki gözlü olması evrimin hem sonucu hem kanıtıdır” da diyebilir. Ya da “ellerimizde beş tane parmak var, demek ki evrimleşmişiz” gibi bir sonuca da varabilir. Ama bunların son derece saçma mantıklar olduğu açıkça ortadadır.

Atayman”ın bu noktada söylediği tek söz “insanlar “evrimin biriktirdiği bilgi ve deneyimleri depoladığı bir yer olması gerekir” diye düşündükleri için DNA”yı bulabildi” şeklinde bir demagojidir. Bu bir demagojidir, çünkü DNA”nın bulunması, “evrim nasıl gerçekleşiyor” sorusundan değil, “kalıtım nasıl gerçekleşiyor” sorusundan kaynaklanmıştır. Kalıtım kavramını bilim dünyasına sokan kişi ise, evrim iddiasına karşı çıkmış olan araştırmacı-din adamı Gregor Mendel”dir.


İnsan DNA”sında, 900 ciltlik bir ansiklopediyi dolduracak kadar bilgi şifrelenmiştir. Bu inanılmaz tasarım, canlıların bir tesadüf ürünü olduklarını iddia eden Darwinizm”i açıkça yalanlamaktadır.

Konu hakkında biraz daha bilgi sahibi olan evrimciler, genlerin gerçekte evrim teorisinin açıklayamadığı büyük bir sorun olduğunun farkındadır. Çünkü genler dediğimiz yapılarda, yani DNA zincirinde, inanılmaz bir bilgi şifrelenmiştir ve bu bilginin kaynağı asla rastlantılarla açıklanamamaz. Alman evrimci Hofstadter şu itirafı yapar:

“Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (ribozomlar ve RNA molekülleri ile) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor.” (Douglas R. Hofstadter, Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, New York: Vintage Books, 1980, s. 548)

Moleküler biyoloji alanındaki en ünlü evrimcilerden biri olan Dr. Leslie Orgel ise, genetik bilginin mekanizmaları olan DNA ve RNA”nın rastlantılarla açıklanamadığını ve dolayısıyla canlılığın doğal etkenlerle oluşamayacağını şöyle kabul eder:

“Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.” (Leslie E. Orgel, “The Origin of Life on Earth”, Scientific American, Cilt 271, Ekim 1994, s. 78)

Genetik bilgi, gerçekte canlıların ne denli kompleks bir tasarıma sahip olduğunu göstermekle, yaratılışa açık bir delil oluşturmaktadır. Ancak Veysel Atayman gibi evrimciler, Darwinizm”e (ve aslında ateizme) olan körü körüne bağlılıkları nedeniyle, bunu görmezden gelir. Avustralyalı ünlü moleküler biyolog Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis (Evrim: Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabında bu durumu şöyle anlatır:

“Yüksek organizmaların genetik programlarının yapısı, milyarlarca bit (bilgisayar birimi) bilgiye ya da bin ciltlik küçük bir kütüphanenin içindeki tüm harflerin dizilimine eşdeğerdir. Bu denli kompleks organizmaları oluşturan trilyonlarca hücrenin gelişimini belirleyen, emreden ve kontrol eden sayısız karmaşık işlevin tamamen rastlantıya dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmek ise, insan aklına yönelik bir saldırıdır. Ama bir Darwinist, bu düşünceyi en ufak bir şüphe belirtisi bile göstermeden kabul eder!” (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 351)

Atayman satır arasında “gen mühendisliği” kavramına da değinmektedir. Anlaşılan diğer bazı evrimciler gibi, canlıların genlerinde yapılan bilinçli bazı değişikliklerle elde edilen gelişmeleri, evrime delil sanmaktadır. Oysa burada da açık bir mantıksal çelişki vardır. Gen mühendislerinin DNA üzerinde oynamalar yapmalarının evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Aksine, bunlar yaratılışa delildir, çünkü DNA gibi kompleks bir yapının ancak çok bilinçli müdahalelerle geliştirilebileceğini, yani evrimin iddia ettiği “tesadüfen gelişim” iddiasının boş bir hayal olduğunu göstermektedir.

4) “Beynin Evrimi” Yanılgısı

Evrimci mütercim Atayman”ın evrim teorisine delil sandığı konular arasında, “beynin evrimi” kavramı da vardır. Atayman, Aktüel”e yaptığı açıklamalarda şöyle demektedir:

“Üç kategorik ayrımdan oluşan insan beyni: Alt, orta ve üst beyin. İlk ikisinin evrimsel görevi gerilemiş. Üstteki ise bugünkü hayatımızı kontrol ediyor. Bunların aralarında garip bir koordinasyon var, ama alttaki iki beynin faaliyetleri bastırılmış durumda, geri planda duruyor ve zaman zaman ortaya çıkıyor. Burada evrimin muazzam ipuçları var ve bunların inkarı imkansız.”

Atayman”ın “evrimi inkar edilemeyecek muazzam ipuçları” derken kullandığı mantık, gerçekte az önce belirttiğimiz genler konusunda kullandığı mantıkla aynıdır: Önce evrimci varsayımlardan yola çıkarak bir organ hakkında senaryo yazılmakta, sonra da bu senaryo “evrimin muazzam delili” sayılmaktadır.

İnsan beyninin ön, orta ve arka olarak üç temel alana ayrıldığı doğrudur, ama bu ayrımın evrime delil oluşturan hiç bir yönü yoktur. Çünkü beyin, her üç alanıyla birlikte “indirgenemez” bir yapıdır. Yani bir insanın ön beynini çıkarıp, kalan ikisiyle idare etmesini bekleyemezsiniz; o insan hemen ölecektir. Dahası, bu alanların sadece birisine ya da ikisine sahip bir insana hiç bir zaman rastlanmamıştır. Fosil kayıtlarında bu yönde hiç bir iz yoktur. Dolayısıyla beyindeki bu alanların “kademe kademe” geliştikleri, önce birinin oluştuğu, onu diğerlerinin izlediği gibi evrimci bir senaryo yazmak imkansızdır.


İnsan beyni evrimciler ve materyalistler için büyük bir çıkmazdır. Çünkü bilimsel bulgular, insanın bilincinin asla beyinden ibaret sayılamadığını göstermekte ve böylece ruhun varlığına işaret etmektedir.

Aslında beyin, evrimciler ve materyalistler için Atayman”ın sandığı gibi “muazzam, inkar edilemez bir delil” değil, aksine büyük bir sorundur. Bunun nedenlerinden biri, insan zihninin materyalistlerin iddiasının aksine, asla beyne indirgenememesidir. Materyalistler ruhun varlığını reddettikleri için, insan bilincini sadece beynin bir ürünü olarak kabul ederler. “Ben” dediğimiz varlığın, sadece beynin içindeki nöronlar (sinir hücreleri) ve bunlar arasındaki kimyasal reaksiyonlar olduğunu iddia ederler. Oysa bilimsel bulgular, zihnin asla beynin fonksiyonları ile açıklanamayacağını göstermektedir.

Sorun materyalistler açısından o denli büyüktür ki, bazen bu konuda samimi itiraflarda bulunmaktadırlar. Yerli materyalistlerden Dr. Tuğrul Atasoy, Bilim ve Ütopya dergisinin Ağustos 1999 tarihli sayısında yayınlanan “Bilinç Nedir?” başlıklı yazısında şöyle demektedir:

“Bilincin tam bir tanımını bugün için yapamıyoruz. Onu ancak bileşkenlerini tanımlamak yoluyla tanımlamaya çalışıyoruz. Yine de biliyoruz ki bilinç her zaman bileşenlerinin toplamından fazlasıdır”

Yani bilinç, “bileşkenlerinin”, örneğin beyindeki görme merkezi, duyma merkezi gibi maddi etkenlerin toplamından daha farklı bir şeydir. Bu ise, insana özgü olan bilincin, asla beyinden ibaret sayılamayacağının bir göstergesidir.

5) Farklı Yaşam Şekilleri Yanılgısı

Evrimci mütercim Atayman, Aktüel“deki söyleşisinde, canlılığın tesadüflerle açıklanmasının imkansızlığını gördüğü için, bir takım kaçış yollarına başvurmuştur. Bunlardan biri, “farklı yaşam şekilleri” senaryosudur. Atayman şöyle demektedir:

“Hayat sadece bu yaşadığımız biçimiyle olmak zorunda olsaydı ve gelişmenin amacı bu hayatı bulmak olsaydı, evet (tesadüfle açıklanamazdı). Ama hayat ortaya çıkan şeyin adıysa, o zaman yeni bir rastlantı anlayışı lazım… belki de başka bir evrende silisyum üzerine kurulmuştur hayat. Hayatın bu şekilde olması gerektiğini nereden biliyorsunuz?”

Atayman”ın burada ifade etmek istediği şey, “karbon temelli yaşam” yerine başka yaşam biçimlerinin olabileceği ve bunun da “tesadüf” şansını artırdığı iddiasıdır.


Canlılık, sadece karbon atomuna dayalı bir yapıya sahip olabilir. Evrimcilerin ortaya attığı “silikon temelli hayat” iddiaları, bilim-kurgu fantazilerinden öteye gidememiştir.

Önce “karbon temelli yaşam” kavramını açıklamak gerekir. Bildiğimiz bütün canlıların temel malzemesi, aminoasitler ve bunların birleşimiyle oluşan proteinlerdir. Bu moleküller, karbon atomunun oksijen, azot hidrojen gibi diğer elementlerle kurduğu farklı bağlardan oluşur. Kilit element karbondur. Karbonun yerini tutabilecek başka bir element ise yoktur; çünkü başka hiçbir element, karbon gibi sınırsız türde bağ yapma özelliğine sahip değildir. İngiliz kimyager Nevil Sidgwick, Chemical Elements and Their Compounds (Kimyasal Elementler ve Bileşikleri) başlıklı kitabında karbon hakkında şunları yazar:

“Karbon, yapabildiği bileşiklerin sayısı ve çeşitliliği yönünden, diğer elementlerden tamamen farklı, özgün bir yapıdadır. Şimdiye dek karbonun yarım milyonun üzerinde farklı bileşiği ayrılmış ve tanımlanmıştır. Ama bu bile karbonun güçleri hakkında çok yetersiz bir bilgi verir, çünkü karbon tüm canlı maddelerin temelini oluşturur.” (Nevil V. Sidgwick, The Chemical Elements and Their Compounds, vol 1. Oxford: Oxford University Press, s. 490)

Atayman”ın sözünü ettiği “silikon (silisyum) temelli hayat” senaryosu ise, bu yüzyılın ortalarında bazı biyokimyacılar tarafından ortaya atılmıştır ve başta bilim-kurgu filmleri olmak üzere bazı fantazilere kaynak sağlamıştır. Ancak ilerleyen yıllardaki yeni araştırmalar, silikon temelli hayat senaryosunun bir fantaziden öteye gitmediğini göstermiştir. Ünlü Amerikalı biyokimyacı George Wald, “silikon kaya oluşturmak için ideal bir element olabilir, ama hayat oluşturmak için ideal tek element karbondur” diyerek bu konuyu özetler. (George Wald, “The Origins of Life”, Proceedings of the National Academy of Sciences, USA, 1964, vol. 522, s. 603)

Eğer evrimciler “silikon temelli hayat” fantazisinde ısrar edeceklerse, ortaya bilimsel bir delil koymalı, örneğin laboratuvara gidip silikon temelli bir canlı hücre üretmelidirler. Böyle bir şey yapamayacaklarını bildiklerine göre, bu fantazileri bilim adına dile getirmekten vazgeçmelidirler.

Dolayısıyla Atayman”ın ortaya attığı “her şarta göre, farklı bir yaşam şekli olabilir” iddiası, bilimsel geçerliliği olmayan bir fantaziden ibarettir. Hayat sadece belirli elementlerle ve belirli şartlar sağlandığı takdirde var olabilir.

(Kaldı ki, evrenin başka bir köşesinde, ya da Atayman”ın iddiasına göre başka bir evrende, farklı bir yaşam biçimini düşünsek bile, yine aynı ihtimallerle karşı karşıya kalırız. Karbon temelli bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimali nasıl pratikte sıfır ise, silikon temelli teorik bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimali de pratikte sıfır olacaktır.)

Kısacası Atayman”ın seslendirdiği “evrende bir amaç yoktur, hayat tesadüfi bir şekilde ve tesadüfi bir yapıyla ortaya çıkmıştır” şeklindeki evrimci senaryo, gerçekte bir masaldan ibarettir. Aksine, son 30-40 yılın bilimsel bulguları, hem canlılıkta büyük bir tasarım bulunduğunu, hem de evrenin insan yaşamı için çok hassas dengelerle ayarlandığını göstermektedir. Ünlü moleküler biyolog Michael Denton, Nature”s Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe (Doğanın Kaderi: Biyoloji Kanunları Evrendeki Amacı Nasıl Gösteriyor) adlı kitabında bu konuda şu yorumu yapar:

“20. yüzyıl astronomisi içinde ortaya çıkan yeni tablo, geçtiğimiz dört asır içinde bilimsel çevrelerde yaygın kabul gören bir varsayıma karşı ciddi bir başkaldırı oluşturmaktadır. Bu varsayım, yaşamın evren içinde ortaya çıkmış tesadüfi ve önemsiz bir kavram olduğu düşüncesidir.” (Michael Denton, Nature”s Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe, The New York: The Free Press, 1998, s. 14-15)

İngiliz fizikçi John Polkinghorne ise şöyle demektedir:

“Doğa kanunlarının gördüğümüz evreni yaratmak için ne denli olağanüstü bir şekilde ayarlandığını farkettiğinizde, evrenin öylesine oluşmadığını, arkasında bir amacın olması gerektiğini görüyorsunuz. (“Science Finds God”, Newsweek, 27 Temmuz 1998)

Körü Körüne Ateizm

Sözkonusu kişiler, bilime bağlı oldukları için değil, ateizme bağlı oldukları için evrim teorisini savunmaktadırlar. Sırf Allah”ın varlığını reddetmek için, imkansız senaryolara inanmaktadırlar.

Tüm bunlar, evrimci mütercim Veysel Atayman”ın Aktüel dergisinde dile getirdiği evrimci iddiaların bilimsel gerçeklerle açıkça çeliştiğini göstermektedir. Atayman”ın evrim adına savunduğu “deliller”; embriyojik rekapitülasyon gibi bilim sahtekarlıklarından, çelişkili ve tutarsız mantık örgülerinden ya da “silikon temelli hayat” gibi fantazilerden öteye gidememektedir.

Peki neden Atayman ve onun gibiler evrimi savunmakta bu derece ısrarlıdır? Ünlü İngiliz astronom Sir Fred Hoyle, bu konuda şu yorumu yapar:

“Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil, psikolojiktir.” (Fred Hoyle, Chandra Wickramasinghe, Evolution from Space, New York, Simon & Schuster, 1984, s. 130)

İşte bu psikolojik şartlanma, evrimcileri aklın ve bilimin sınırlarının dışına doğru itmektedir. İmkansızı ve saçma olanı savundukları için, sürekli olarak yargı bozuklukları içine düşmektedirler.

Bu psikolojik şartlanmanın temelinde ise ateizm yatmaktadır. Sözkonusu kişiler, bilime bağlı oldukları için değil, ateizme bağlı oldukları için evrim teorisini savunmaktadırlar. Sırf Allah”ın varlığını reddetmek için, imkansız senaryolara inanmaktadırlar. Bunlardan birisi, Alman biyolog Hoïmar von Dithfurt”tur. Bir diğeri ise, Von Dithfurt”un kitaplarını Türkçe”ye çeviren Veysel Atayman”dır. Von Dithfurt”un yazdığı ve Atayman”ın çevirdiği aşağıdaki satırlar, evrimci biyologların zihnindeki ateist dogmayı açıkça gösterir:


Charles Darwin …..Veysel Atayman

Evrimcilerin tek amacı, körü körüne inandıkları ateist felsefeyi yaşatabilmektedir. Sırf Allah”ın varlığını reddetmek için, imkansız senaryolara inanmaktadırlar.

“Salt rastlantı sonucu ortaya çıkmış böyle bir uyum, gerçekten de mümkün müdür? Bu, bütün biyolojik evrimin en temel sorusudur… Modern doğa biliminden yana olan bir kimse, bu soruya “evet” yanıtını verme ötesinde bir seçeneğe sahip değildir. Çünkü doğa olaylarını anlaşılır yollardan açıklamayı kendisine hedef kılmış, bunları, doğaüstü müdahalenin yardımına başvurmadan doğruca doğa yasalarına dayanarak türetmeyi amaçlamıştır?” (Hoimar Von Ditfudrth, Dinozorların Sessiz Gecesi, Cilt 2, Çev. Veysel Atayman, 2.b. İstanbul: Alan Yayıncılık, Mart 1995, s. 64)

Bir insan “ben doğaüstü müdahalenin varlığını kabul etmeyeceğim” diye işe başlarsa, artık her türlü imkansıza inanabilir. Cansız maddenin kendi kendine canlandığına, bir yığın tesadüf sonucunda da insan haline geldiğine, yani “evrim”e de inanabilir. Çünkü onun hedefi gerçeği bulmak değil, ateizm üzerine kurduğu hayal dünyasında yaşamaya devam etmektir.

Kendisini bu tür bir şartlandırmayla körleştirmeyen, doğaya akıl ve sağduyu ile bakan herkes ise, şu açık gerçeği görecektir: Tüm canlılar, sonsuz güç sahibi bir Yaratıcı tarafından var edilmişlerdir. O üstün Yaratıcı, göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunan her şeyin Rabbi olan Allah”tır.

Ayrıca bakınız

Current Biology Dergisi’ne Cevap: Dişli Horozbinalar Evrim Geçirmedi, Yaratıldı

Current Biology dergisinde 30 Mart 2017’de yayınlanan bir makalede, bilimsel adı “meiacanthus grammistes” olan dişli …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.