Bilim ve Gelecek dergisinin Temmuz 2006 sayısında “Yaşamın kitabının ilk sayfasında ne var? Gen mi RNA mı?” başlıklı bir yazı yayınlandı. University College London”dan moleküler biyolog Dr. Kenan Ateş tarafından hazırlanan makalede, moleküler biyoloji ve genetik alanındaki son bulgular ışığında genin kalıtım birimi olarak rolü sorgulanıyordu. Sayın Ateş”in yazısı, evrimcilerce bir zamanlar “hurda DNA” olarak isimlendirilen ve protein kodlamasına katkıda bulunmayan bölümlerin aslında hücrede çok önemli görevler üstlendiğini göstermesi bakımından dikkat çekiciydi. Ateş”in bu konuda yazdıkları, DNA”nın bu bölümlerinin hayali evrim sürecinden arta kalan işlevsiz yığınlar olduğu iddiasının yanlışlığını açıkça ortaya koyar nitelikteydi. Ateş bu konuda şunları yazıyordu:
Bugünkü bilgilerimize göre, protein (ve tabii ki mRNA) kodlanmasına katılan genlerin exon bölümleri toplam insan genomunun sadece yüzde 1.2″sini meydana getiriyor. Geri kalan yüzde 98.8″lik dev bölüm protein ve mRNA kodlanmasına katılmıyor. Bugüne dek bu dev bölümün, DNA”nın bir işe yaramayan, hiçbir fonksiyonu olmayan, çer çöp anlamındaki “junk DNA” olduğu söyleniyordu. Oysa son birkaç yılda aralanmaya başlanan ve yepyeni bir dünyaya açılan kapı bunun hiç de böyle olmadığını gösteriyor. Son birkaç yılın yepyeni bulguları, DNA üzerinde, bir işe yaramadığı, hiçbir fonksiyona yol açmadığı söylenen bu sözde fazlalık – çer çöp (junk) bölümlerin de kodlandığını gösteriyor. Protein yapımına katılmayan intron ve DNA”nın genlerin dışında kalan bölümlerinin aslında, hücre ve canlı yaşamında çok büyük görev ve fonksiyonlar üstlendiği görülüyor. Bu dev bölüm çok farklı sayı ve çeşitte, çok küçükten çok büyüğe, deyim yerindeyse bin bir çeşit farklı RNA kodluyor. Yeni bulunmaya başlanan bu RNA”lar doğrudan protein kodlamasalar da, hangi proteinin nerede, nasıl ve ne kadar, ne zaman kodlanacağını; ne zaman durdurulup ne zaman başlatılacağını; hangi genin hangi genle ya da hangi proteinin hangi proteinle birleştirileceğini; nereden nereye götürüleceğini; hangi hücre ve dokununun hangi organda ne kadar ve ne zaman yapılacağını; büyüme ve gelişmenin nerede nasıl düzenleneceğini; kök hücrelerin nerede hangi hücre, doku ve organlara dönüşeceğini; hangi genin hangi koşullarda susturulup çalıştırılmayacağını ya da daha önce sessiz kalıp fonksiyon göstermeyen hangi genin hangi koşullarda yeniden çalışmaya başlatılacağını; bir gen okunurken hangi bölümün okunup hangi bölümün okunmayacağını, ne zaman, nereden nereye atlanacağını; hücrelerin hangi koşullarda çoğaltılacağını ya da öldürüleceğini; ne zaman kanser geliştirileceğini, hücre çoğalma ve bölünmesini, kromozomların yapısını, kısacası canlının biyolojik yaşamının neredeyse tümünü, nasıl düzenleneceğini baştan sona sağlıyorlar. Öyle görünüyor ki, neyin nasıl olacağını belirleyen genler değil, asıl olarak bu çok küçük RNA parçaları. (ss.5-6)
RNA Dünyası yanılgısı
Ateş”in yazısı, geneli boyunca RNA ve genlerin fonksiyonlarını karşılaştırması ve son bulguları da bildirmesi dolayısıyla bilgilendirci bir makale olmakla birlikte, son kısmında evrimci bir hurafeye yer vermesiyle tüm değerini kaybediyordu. Ateş, yazısının sonunda hayatın kendiliğinden başladığı senaryosuna değiniyor, birçok (evrimci) araştırmacıya göre RNA”nın DNA”dan önce gelmiş olması gerektiğini iddia ediyordu.
1986 yılında Harvard”lı kimyacı Walter Gilbert tarafından ortaya atılan ve “RNA dünyası” olarak bilinen bu senaryoya göre, bundan milyarlarca yıl önce, her nasılsa kendi kendisini kopyalayabilen bir RNA molekülü tesadüfen kendiliğinden oluşmuştu. Sonra bu RNA molekülü çevre şartlarının etkisiyle birdenbire proteinler üretmeye başlamıştı. Daha sonra bilgileri ikinci bir molekülde saklamak ihtiyacı doğmuş ve her nasılsa DNA molekülü ortaya çıkmıştı.
Ancak Ateş”in yazısında yer verilen bu senaryo, hiçbir ampirik kanıta dayanmayan, sadece materyalizme olan körükörüne bağlılıktan ötürü benimsenen hayali bir iddiadır. Bu iddia, tüm deney ve gözlemlere aykırı olmasına karşın, evrim teorisinin ihtiyaçları yüzünden savunulagelmiştir. Evrimciler, bu iddiaları ortaya atarken, son derece kompleks iki yapı olan RNA”nın ve DNA”nın kendi kendine nasıl ortaya çıkmış olduğu konusunda hiçbir açıklama yapamamaktadırlar. Evrimci Robert Shapiro”nun bilim tarafından hiçbir zaman ispatlanmayan bazı terimlerin sırf ideolojilerine uygun olduğu için savunulduğunu itiraf eden sözleri, bu konuda dikkat çekicidir:
“Bizi basit kimyasalların var olduğu bir karışımdan, ilk etkin replikatöre (DNA veya RNA”ya) taşıyacak bir evrimsel ilkeye ihtiyaç vardır. Bu ilke “kimyasal evrim” ya da “maddenin kendini örgütlemesi” olarak adlandırılır, ama hiçbir zaman detaylı bir biçimde tarif edilmemiş ya da varlığı gösterilememiştir.
Böyle bir prensibin varlığına, diyalektik materyalizme bağlılık uğruna inanılır.”
[Robert Shapiro, Origins: A Sceptics Guide to the Creation of Life on Earth, Summit Books, New York, 1986. s. 207 ]
RNA dünyası tezi, işte bu bilimdışı anlayış yüzünden tekrarlanan bir masaldan ibarettir. Her aşaması ayrı bir imkansızlıklar zinciri olan bu hayali iddianın problemleri hakkında daha fazla bilgiyi buradan edinebilirsiniz.
Bilim ve Gelecek yazarlarına, yeni bulguları haber veren böyle bir yazıda dahi satır aralarına ideolojik olarak benimsenmiş masallar serpiştirme tutumundan vazgeçmelerini tavsiye ediyoruz.