Ekim 2001 tarihli Bilim ve Ütopya Dergisi’nde Dr. Ümit Sayın imzalı “Yaratılışçıların iddiaları ve bilimin yanıtları – 1” başlıklı bir yazı yayınlandı. Bu yazı, Yaratılış gerçeğini savunan bilim adamları ve yazarlar tarafından evrim teorisine yöneltilen eleştirilere cevap vermek amacıyla hazırlanmıştı. Ancak, verilen cevaplarda, her zamanki yüzeysel evrimci iddiaların tekrarlandığı, evrim teorisine yöneltilen ve 21. yüzyılda teorinin çöküşüne neden olan sorunların hiçbirine cevap verilmediği görülüyordu. Daha önce defalarca açıklanmış olmasına rağmen, bu yazıda tekrarlanan evrimci yanılgı ve önyargılara tekrar cevap verilmesinde fayda görmekteyiz.
Dr. Sayın “Bilim” Adına Değil, Darwinizm Adına Konuşmaktadır
Söz konusu yazıda, Yaratılışçıların İddiaları yazıldıktan sonra, ardından “Bilimin Yanıtı” başlığı altında, evrimcilerin bu iddialara karşı verdikleri cevaplar yazılmıştır. Yazıda verilen cevapların tamamı, evrimci önyargılarla hazırlanmıştır ve bilimsel bulgular objektif bir bakış açısıyla değerlendirilmemiştir. Ancak klasik bir evrimci taktiği olarak, “Evrimcilerin Yanıtları” yerine “Bilimin Yanıtları” yazılarak, okuyucuya “evrim teorisi=bilim” telkini verilmeye çalışılmıştır. Evrimcilerin bu gibi psikolojik telkin denemelerinden değil, bilimsel kanıtlardan dayanak aramaları gerekir.
Dr. Sayın “İspat”ın Kavramı Hakkındaki Demagojisi
Dr. Ümit Sayın yazısının girişinde, “evrim teorisi ispatlanmamıştır” şeklinde itirazlar geldiğini söylemekte ve ardından bilimin metodolojisi hakkında yorumlar yapmktadır.
Burada Sayın”ın kast ettiği mana, “teori” ve “kanun” arasındaki farktır. Bilimde kanunlar “ispat” yöntemiyle kanıtlanır. Ama teoriler için “ispat” değil, “kanıtlar tarafından desteklenme” sözkonusudur. Kanun ile teori arasındaki fark, birincinin çok sayıda deneyle ve sürekli olarak test edilebilmesidir. Örneğin yerçekiminin varlığı bir kanundur. Çünkü yapılan her deney ve gözlem tarafından doğrulanır. Bıraktığınız her cisim yere düşer, her gökcismi birbirini çeker. Ama Big Bang bir kanun değil teoridir; çünkü deneyle ispatı mümkün olmayan, ancak mevcut kanıtlar incelenerek, çıkarım yoluyla varılabilecek bir sonuçtur.
Bilimde bir teori, eldeki kanıtlar tarafından desteklendiği sürece kabul görür, kanıtlara aykırı düştüğü görülürse daha iyi bir teoriyle değiştirilir. Teorinin “ispatlanması” ise mümkün değildir, çünkü teoriler genellikle deney ve gözlem yoluyla tekrarı mümkün olmayan olaylarla ilgilidir.
Bazı insanlar, bu farkı bilmedikleri için, evrim teorisine karşı çıkmak adına, “bu zaten bir teori, ispat edilmiş bir şey değil” gibi yüzeysel bir itiraz getirirler. Ümit Sayın”ın getirdiği eleştiri de buna yöneliktir. Ama burada Ümit Sayın”ın yaptığı önemli bir çarpıtma vardır. O da aynı yüzeyselliği ters yönde kullanmaktadır. Yani evrim teorisi aleyhinde çok sayıda kanıt ortaya koyan yaratılışçı bilim adamlarına karşı, “siz ispat istiyorsunuz, ama teori ispatlanmaz ki” gibi bir demagojiye başvurmaktadır.
Dr. Ümit Sayın”a ve diğer evrimcilere samimi ve açık sözlü olarak duyuruyoruz: Bizim evrim teorisine karşı olan itirazımız, bu teoriye aykırı çok sayıdaki bilimsel kanıtlara dayanmaktadır. Örneğin; paleontolojinin bulguları, farklı canlı kategorilerinin yeryüzünde kademeli bir evrimle değil, aniden ve birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıktığını göstermektedir. Biyokimsayal karşılaştırmalar, evrim teorisi uyarınca çizilen filogenetik şemaları (soyağaçlarını) çürütmektedir. Canlılarda ortaya çıkarılan “indirgenemez kompleks” sistemlerin, doğal seleksiyon-mutasyon mekanizmaları ile açıklanması mümkün değildir. Varyasyonların uzun vadede “makroevrim” sağladığı iddiası çürümüştür. Burada sayamadığımız daha pek çok kanıt, evrim teorisinin büyük bir yanılgı olduğunu, bilimsel kanıtlara aykırı bir teori olduğunu göstermektedir.
Buna karşı “evet elimizde ispat yok, ama teori zaten ispatlanmaz” gibi demagojilere sığınmak evrim teorisini kurtarmaz.
“Bilim Dogma Kabul Etmez” Diyen Dr. Sayın”ın İnandığı Dogmalar
Ümit Sayın, “Bilim dogma kabul etmez’ başlığı altında birçok asılsız iddiaya yer vermektedir.
Ümit Sayın Yaratılışçıların, evrim teorisine sadece kutsal kitaplara aykırı olduğu için karşı çıktıklarını öne sürmektedir. Ancak, Ümit Sayın’ın gözardı ettiği gerçek, hem ülkemizde hem de diğer ülkelerde evrim teorisine karşı çıkanların, evrim teorisini eleştirirken eleştirilerini bilimsel delillerle destekledikleridir. Evrim teorisinin kutsal kitaplarla çeliştiği bir gerçektir, ancak evrim teorisi bilimle de çelişmektedir. Evrim teorisine eleştiri getiren kitap ve çalışmaların birçoğu ise en son bilimsel bulgular ışığında hazırlanmaktadır. Örneğin ülkemizde Harun Yahya imzasını taşıyan ve evrim teorisini çürüten kitapların tamamı, en son bilimsel deliller kullanılarak hazırlanmıştır. İşte bu nedenle evrimciler bu kitaplarda ortaya konan açıklamaların hiçbirine hala bir yanıt verememişlerdir. Ümit Sayın’ın hazırladığı “Yanıt” serisinin ilki ise, bu kitaplara bir yanıt olmaktan çok uzaktır. Çünkü cevapları zaten bu kitaplarda verilmiş olan iddialarını tekrarlamaktan öteye gidememiş, bu kitaplardaki yeni bilimsel bulgulara evrimcilerin bakış açısıyla yanıt vermeyi denememiştir dahi.
Bu bölümde yer alan ikinci asılsız iddia ise, kutsal kitapların bilimin gelişmediği dönemlerde insan eliyle yazıldıkları ve bu nedenle bilimle çeliştikleri iddiasıdır. Bu klasik ateist iddianın hiçbir delili yoktur. Kutsal kitapların insan eliyle yazıldıkları ve bilimle çeliştikleri konusunda ateist veya materyalistlere bir delil vermeleri istendiğinde, Tevrat veya İncil’den bazı bölümleri örnek gösterirler. Oysa, her iki kutsal kitap, bugün orjinal hallerinde değildir ve gerçekten insan eliyle tahrif edilmişlerdir. Bu nedenle içlerinde çelişkiler ve bilimle ters düşen konular bulunması doğaldır. Ancak, bugüne kadar bir kez bile Kuran’dan bir örnek verilememiştir. Çünkü Kuran Allah’ın vahyidir ve tek bir harfi dahi bozulmamıştır. Bu nedenle Kuran’ı inkar edenlerin onun içinde tek bir çelişki bulmaları mümkün değildir. Ayrıca Kuran, Ümit Sayın’ın dediği gibi bilimin gelişmediği bir dönemde indirilmiş olmasına rağmen, bilimin daha geçtiğimiz yüzyılda keşfettiği birçok bilimsel gerçeği de insanlara 1400 sene öncesinden haber vermektedir. Bu, Kuran’ın bir mucizesi ve insan eliyle yazılmadığının delillerinden biridir.
Ümit Sayın’ın kavramakta güçlük çektiği konu ise şudur: Kuran Allah’ın vahyidir, bilim ise Allah’ın yarattığı canlıları, sistemleri ve varlıkları inceler ve araştırır. Dolayısıyla Allah’ın vahyi ile yarattıkları arasında bir çelişki bulmak kesinlikle mümkün değildir. Bugüne kadar böyle bir çelişki hiç oluşmamıştır. (Kuran’da yeralan bilimsel mucizeler için bkz. http://www.kuranmucizeleri.com)
Ümit Sayın, bazı din adamlarının da, bilimin kutsal kitaplarla çeliştiğini gördüklerinde, evrim teorisini kabul ederek kutsal kitap metinlerine yeni yorumlar getirmeye başladıklarını öne sürmüştür. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Kuran ayetleri çok açıktır. Kuran’da açık olarak evrimsel bir yaratılışa yer verilmemekte, canlı türlerinin Allah’ın “Ol” demesiyle, hiçbir evrimsel aşama olmadan, en son halleriyle yaratıldığı bildirilmektedir. Kuran’da evrimsel yaratılış olduğunu öne sürenler, evrimci bilim adamlarının propagandalarından etkilenerek, gerçekleri göremeyen, kendilerini bu teoriyi kabul etmeye mecbur hisseden kişilerdir. Bu kişilerin yorumları objektif ve sağlıklı değildir. Evrimci Yaratılış tezindeki yanılgıların detaylarını http://www.harunyahya.org/EvrimAldatmacasi/tartisma/tartisma5.html adresinde bulabilirsiniz.
Dr. Sayın”ın “Açık Sistem” Yanılgısı
Fiziğin en temel kanunlarından biri olan “Termodinamiğin İkinci Kanunu”(Entropi Kanunu olarak da bilinmektedir), evrende kendi haline, doğal şartlara bırakılan tüm sistemlerin, zamanla doğru orantılı olarak düzensizliğe, dağınıklığa ve bozulmaya doğru gideceğini söyler. Canlı, cansız bütün herşey zaman içinde aşınır, bozulur, çürür, parçalanır ve dağılır. Bu, er ya da geç her varlığın karşılaşacağı mutlak sondur ve söz konusu kanuna göre bu kaçınılmaz sürecin geri dönüşü yoktur.
Evrim teorisi ise bu kanunla temelinden çeliţen tam tersi bir mekanizma öne sürer. Çünkü evrime göre, dağınık, düzensiz, cansız atomlar ve moleküllerin, zamanla kendi kendilerine tesadüflerle bir araya gelerek düzenli ve planlı proteinleri, DNA, RNA gibi son derece kompleks moleküler yapıları, ardından da çok daha ileri düzenlere, organizasyonlara ve tasarımlara sahip milyonlarca canlı türünü ortaya çıkarmış olmaları gerekir. Bu, tuğaların üstüste gelip bir gökdelen yapması gibi, Termodinamik kanuna aykırı bir senaryodur.
Bazı evrim savunucuları ise evrim teorisinin bu bilimsel gerçekle çelişkisini gizleyebilmek için, Termodinamiğin İkinci Kanunu”nun yalnızca “kapalı sistemler” için geçerli olduğu, “açık sistemler”in ise bu kanunun dışında olduğu gibi bir savunmaya başvururlar. Dr. Ümit Sayın da aynı iddiayı tekrarlamaktadır.
Açık sistem, dışarıdan enerji ve madde giriş-çıkışı olan bir termodinamik sistemdir. Evrimciler de dünyanın bir açık sistem olduğunu, Güneş”ten sürekli bir enerji akışına maruz kaldığını, dolayısıyla Entropi Kanunu”nun dünya için geçersiz olduğunu ve düzensiz, basit, cansız yapılardan düzenli, kompleks canlıların oluşabileceğini öne sürmektedirler.
Oysa burada açık bir çarpıtma vardır. Çünkü bir sisteme dışarıdan enerji girmesi, o sistemi düzenli hale getirmek için yeterli değildir. Bu ham enerjiyi kullanılabilir hale getirecek özel mekanizmalar gerekir. Örneğin bir arabanın, benzindeki enerjiyi işe dönüştürmesi için motora, transmisyon sistemlerine ve bunları idare eden kontrol mekanizmalarına ihtiyaç vardır. Böyle bir enerji dönüştürücü sistem olmasa, arabanın benzindeki enerjiyi kullanabilmesi mümkün olmayacaktır.
Aynı durum canlılık için de geçerlidir. Canlılığın enerjisini Güneş”ten aldığı doğrudur. Fakat Güneş enerjisi, ancak canlılardaki kompleks enerji dönüşüm sistemleri (örneğin bitkilerdeki fotosentez, insan ve hayvanlardaki sindirim sistemleri) sayesinde kimyasal enerjiye çevrilebilmektedir. Örneğin, midesi ve bağırsakları olmayan bir insan en kalorili gıdaları da yese bu gıdalardaki enerjiyi kullanamaz ve ölür. Bu tür enerji dönüşüm sistemleri olmasa hiçbir canlı varlığını devam ettiremez. Güneş”in de enerji dönüşüm sistemi olmayan bir canlı ya da cansız bir varlık için, yakıcı, bozucu ve parçalayıcı bir enerji kaynağı olmaktan başka bir anlamı yoktur.
Görüldüğü gibi herhangi bir enerji dönüştürücü mekanizması olmayan bir sistem, açık da olsa kapalı da olsa, evrim için hiçbir avantaj teşkil etmemektedir. İlkel dünya şartlarında doğada böyle kompleks ve bilinçli mekanizmaların bulunduğunu ise hiç kimse iddia etmemektedir. Zaten evrimciler açısından bu noktadaki problem, bitkilerdeki fotosentez mekanizması gibi modern teknoloji tarafından bile taklit edilemeyen kompleks enerji dönüşüm mekanizmalarının nasıl ortaya çıktığı sorusudur.
İlkel dünyaya dışarıdan giren Güneş enerjisinin de bu yüzden hiçbir şekilde canlılıktaki kompleks molekül ve yapıları, organize biyolojik sistemleri meydana getirecek etkisi yoktur. Dahası, sıcaklık ne kadar artarsa artsın amino asitler düzenli dizilimlerde bağ yapmaya karşı direnç gösterirler. Amino asitlerin çok daha karmaşık moleküller olan proteinleri, proteinlerin de kendilerinden daha kompleks ve planlı yapılar olan hücre organellerini oluşturmaları için tek başına enerji hiçbir anlam taşımaz. (Detaylı bilgi için bkz. http://www.harunyahya.org/EvrimAldatmacasi/HGK/hk13.html)
Kısacası, Dr. Ümit Sayın”ın, “açık sistem” kavramını belirtip geçerek evrimin termodinamik açmazını gizlemeye çalışması, ümitsiz bir çabadır.
Dr. Sayın”ın “Evrim Gözlemlenmektedir” İddasının Geçersizliği
Ümit Sayın, Yaratılışçıların bir türün evriminin hiçbir zaman gözlemlenemediği konusundaki açıklamalarına karşılık olarak bazı örnekler vermiştir. Ancak verdiği örneklerin hiçbirinde, gözlemlenen olgu, evrim teorisinin lehinde bir kanıt değildir. Ümit Sayın’ın verdiği örneklerin neden bir türün evrimine örnek olamayacağı aşağıda açıklanmaktadır.
Antibiyotik Bağışıklığı, “Evrim Örneği” Değildir
Evrimciler tarafından teorilerine delil olarak gösterilmek istenen biyolojik olguların biri, bakterilerin antibiyotik direncidir. Evrim teorisini destekleyen pek çok kaynak, antibiyotik direncini “faydalı mutasyonların canlıları geliştirmesine dair bir örnek” olarak gösterir. Benzer bir iddia, DDT gibi böcek öldürücü ilaçlara karşı bağışıklık geliştiren böcekler için de ileri sürülür. Dr. Ümit Sayın da aynı iddiayı tekrarlamıştır.
Oysa bu konuda da evrimciler yanılmaktadırlar.
Antibiyotikler, bazı mikro organizmalar tarafından diğer mikro organizmalara karşı savaşmak üzere üretilen “öldürücü moleküllerdir”. İlk antibiyotik, 1928 yılında Alexander Fleming tarafından keşfedilen penisilindir. Fleming, küf mantarının (mold), Staphylococcus bakterisini öldüren bir molekül ürettiğini fark etmiş ve bu buluş tıp dünyasında yeni bir çığır açmıştır. Mikro organizmalardan alınan antibiyotikler çeşitli bakterilere karşı kullanılmış ve başarılı sonuçlar alınmıştır. Ancak bir zaman sonra bir gerçek fark edilmiştir: Bakteriler antibiyotiklere karşı zamanla bağışıklık kazanmaktadırlar. Bunun mekanizması ise şöyle işlemektedir: Antibiyotiğe maruz kalan bakterilerin büyük kısmı ölmekte, ama bazıları bu antibiyotikten etkilenmemekte ve bunlar hızla çoğalarak tüm popülasyonu oluşturur hale gelmektedirler. Böylece tüm popülasyon, antibiyotiğe dirençli hale gelmektedir.
Evrimciler ise bu olguyu, “bakterilerin şartlara göre uyum sağlayıp evrimleşmesi” diye gösterme çabasındadırlar.
Oysa olay bu yüzeysel evrimci değerlendirmeden çok daha farklı gerçekleşmektedir. Bu konuda en detaylı çalışmaları yapan isimlerden biri, 1997 yılında yayınlanan Not By Chance adlı kitabıyla tanınan İsrailli biyofizikçi Dr. Lee Spetner”dır. Spetner, bakteri bağışıklığının iki farklı mekanizma ile sağlandığını, ama bunların ikisinin de evrim teorisine hiç bir kanıt oluşturmadığını anlatır. Bu iki mekanizma:
1) Bakterilerde zaten var olan direnç genlerinin aktarılması ve
2) Mutasyon sonucunda genetik bilgi kaybına uğrayan bakterilerin antibiyotiğe dirençli hale gelmesidir.
Spetner, 2001 tarihli bir makalesinde ilk mekanizmayı şöyle açıklamaktadır:
Bazı mikroorganizmalar, antibiyotiklere direnç sağlayan genlere sahiptirler. Bu bağışıklık, antibiyotik molekülünün formunu bozma veya onu hücreden dışarı atma sayesinde gerçekleşir. Bu genlere sahip olan organizmalar bunu diğer bakterilere transfer ederek onlara da bağışıklık kazandırabilirler. Bağışıklık mekanizması belirli bir antibiyotiğe yönelik olsa da, pek çok patojenik bakteri… farklı gen setleri edinmeyi ve çeşitli bakterilere karşı bağışıklık kazanmayı başarmıştır. 1
Prof. Spetner bunun bir “evrim delili” olmadığını ise şöyle açıklar:
Antibiyotik bağışıklığının bu şekilde elde edilmesi… evrim için delil oluşturması beklenen mutasyonlar için bir prototip (örnek) oluşturmaz. Teoriyi (evrimi) sergileyen mutasyonlar, bakterinin genomuna bilgi ekleyen genetik değişiklikler değildir; bu değişiklikler aynı zamanda tüm biokozma (biyolojik dünyaya) bilgi eklemelidir. Genlerin yatay transferi, sadece, zaten bazı türlerde var olan genetik bir bilgiyi dağıtmaktadır. 2
Yani ortada bir evrim yoktur, çünkü yeni bir genetik bilgi ortaya çıkmamakta, sadece zaten daha önceden var olan bir genetik bilgi bakteriler arasında transfer edilmektedir.
Bağışıklığın ikinci türü, yani mutasyon sonucunda ortaya çıkan bağışıklık da bir evrim örneği değildir. Spetner konuyu şöyle açıklar:
Bazen de bir mikroorganizma, tek bir nükleotidin (DNA basamağının) rastlantısal olarak yer değiştirmesi sonucunda bir antibiyotiğe karşı bağışıklık edinir… Selman ilk kez Waksman ve Albert Schatz tarafından keşfedilen 1944″de rapor edilen Streptomisin (Streptomycin), bakterilerin bu yolla bağışıklık kazanabildiği bir bakteridir. Ama her ne kadar geçirdikleri mutasyon, streptomisinin varlığı durumunda mikroorganizmaya yararlı olsa da, yine de bu, Neo-Darwinist teori tarafından ihtiyacı duyulan mutasyon türü için bir prototip oluşturmaz. Streptomisine bağışıklık sağlayan mutasyonun etkisi ribozomda ortaya çıkar ve bu mutasyon, antibiyotik molekülü ile ribozom arasındaki moleküler eşleşmeyi bozar.
Spetner, bu olayı Not By Chance isimli kitabında kilit-anahtar ilişkisinin bozulmasına benzetmektedir. Streptomisin, bir kilide birebir uyan bir anahtar gibi, bakterilerin ribozomuna yapışır ve bu rizobomu etkisiz hale getirir. Mutasyon ise ribozomun şeklini bozmakta ve bu durumda streptomisin ribozoma yapışamamaktadır. Bu, “bakteri streptomisine karşı bağışıklık kazandı” gibi yorumlansa da, aslında bakteri için bir kazanç değil kayıptır. Spetner üstteki satırlarına şöyle devam eder:
Ortaya çıkmaktadır ki, (ribozomun yapısındaki) bu bozulma, bir spesifiklik azalması, yani bir enformasyon kaybıdır. Asıl nokta şudur ki, (evrim) bu gibi mutasyonlar ile sağlanamaz, bu mutasyonlar ne kadar çok olursa olsun. Evrimin, spesifikliği azaltan mutasyonlarla inşa edilmesi mümkün değildir. 3
Konunun özeti şudur: Bakterinin ribozomuna isabet eden bir mutasyon, bu bakteriyi Streptomycin”e karşı dirençli hale getirebilmektedir. Ama bunun nedeni, mutasyonun ribozomu “bozması”dır. Yani bakteriye bir genetik bilgi eklenmemektedir. Aksine ribozomunun yapısı bozulmaktadır, gerçekte bir anlamda bakteri “sakat” hale gelmektedir. (Nitekim bu mutasyonu geçiren bakterilerin ribozomunun normal bakterilere göre daha verimsiz olduğu belirlenmiştir.) Bu “sakatlık”, ribozoma yapışacak şekilde bir tasarıma sahip olan antibiyotiği engellediği için, ortaya “antibiyotik bağışıklığı” çıkmaktadır.
Sonuçta ortada “genetik bilgiyi geliştiren” bir mutasyon örneği yoktur. Dr. Ümit Sayın, ve antibiyotik direncini evrime kanıt gibi göstermek isteyen tüm diğer evrimciler, konuyu çok yüzeysel bir biçimde değerlendirmekte ve yanılmaktadırlar.
DDT ve benzeri ilaçlara karşı böceklerde gelişen bağışıklık için de aynı durum söz konusudur. Bu bağışıklık örneklerinin çoğunda, zaten daha önceden var olan bağışıklık genleri kullanılmaktadır. Evrimci biyolog Francisco Ayala; “böcek zehirlerinin en kapsamlı türlerine karşı gösterilen bağışıklık, bu insan-yapımı maddelerin böceklere uygulandığında, o böcek türünün çeşitli genetik varyasyonlarında açıkça vardı” diyerek bu gerçeği kabul eder. 4 Mutasyonla açıklanan diğer bazı örnekler ise, aynen yukarıda anlatılan ribozom mutasyonunda olduğu gibi, böceklerde “genetik bilgi kaybı”na yol açan olgulardır. 5 Bu durumda bakteri ve böceklerdeki bağışıklık mekanizmalarının evrim teorisine delil oluşturduğu ileri sürülemez. Çünkü evrim teorisi, canlıların mutasyonlar yoluyla geliştikleri iddiasına dayalıdır. Spetner, ne antibiyotik bağışıklığının ne de bir başka biyolojik olgunun böyle bir mutasyon örneği göstermediğini şöyle açıklar:
Makroevrimin ihtiyaç duyduğu mutasyonlar hiç bir zaman gözlemlenmemiştir. Neo-Darwinist teori tarafından ihtiyaç duyulan rastlansıla mutasyonları temsil edebilecek, moleküler düzeyde incelenmiş hiçbir mutasyonun genetik bilgi eklediği görülmemiştir. Araştırdığım soru “gözlemlenmiş mutasyonlar, teorinin destek bulmak için ihtiyaç duyduğu mutasyonlar mıdır” sorusudur. Cevap “HAYIR” çıkmaktadır. 6
Bitki ve Hayvan Yetiştiriciliği veya Varyasyon, Evrim Örneği Değildir:
Dr. Ümit Sayın Bilim ve Ütopya”daki yazısında, bilimadamlarının “mikroevrim” dedikleri bir olguyu, yani bitki ve hayvan türlerinin yetiştiriciler tarafından ıslah edilmesi, bir tür içinde farklı genetik varyasyonlar oluşması gibi “sınırlı değişim” örneklerini, “makroevrim”e, yani evrim teorisinin temeli olan “tüm türlerin tek bir ortak atadan türemesi” fikrine delil olarak göstermeye çalışmıştır.
Dr. Ümit Sayın yanılmaktadır ve bu çok vahim bir yanılgıdır. Çünkü hayvan yetiştiriciliği ve genetik varyasyon gibi olguların evrim teorisine bir kanıt oluşturmadığı bizzat pek çok evrimci biyolog tarafından kabul edilen açık bir gerçektir. Dr. Sayın hala Darwin”in 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde ortaya attığı yanılgıları gerçek zannediyor olabilir, ama son 20 yıldır, canlılarda gözlemlenen ve genetik havuzun sınırları içinde kalan çeşitlenmelerin (yani “mikroevrimin”), yeni canlı sınıflarının kökenini açıklayamayacağı açıkça görülmüştür Evrimci biyologlar Fagerstrom, Schuster ve Szathmary de 1996 yılında Science dergisinde yayınlanan bir makalede aynı gerçeği şöyle belirtirler:
Evrimdeki büyük geçiţler—örneğin, bir kaçını belirmek gerekirse, yaşamın kökeni, ökaryot hücrelerin ortaya çıkışı, insanın konuţma kapasitesinin kökeni gibi geçiţler—birer “dengeden uzaklaţma” hali olamazlar. Bunlar, mikroevrimin kurulu modelleri tarafından da tatmin edici şekilde tarif edilemezler. 7
20. yüzyıl bilimi, canlılar üzerinde yapılan benzeri deneyler sonucunda “genetik değişmezlik” (genetik homoestatis) denilen bir ilkeyi ortaya çıkarmıştır. Bu ilke, bir canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm ıslah çabalarının belirli bir sınırda kaldığını, canlı türleri arasında aşılmaz duvarlar olduğunu ortaya koyar.
Darwin Retried (Darwin Yeniden Yargılanıyor) adlı kitabın yazarı Norman Macbeth bu konuda şöyle yazmaktadır:
Sorun canlıların gerçekten de sınırsız bir biçimde varyasyon (değişim) gösterip göstermedikleridir… Türler her zaman için sabittirler. Yetiştiricilerin yetiştirdikleri değişik bitki ve hayvan cinslerinin belirli bir noktadan ileri gitmediğini, hatta hep orijinal formlarına geri döndüğünü biliriz. Asırlar süren yetiştirme çabalarına rağmen, hiçbir zaman siyah bir lale ya da mavi bir gül elde etmek mümkün olmamıştır. 8
Hayvan yetiştiriciliği konusunda dünyanın en önemli uzmanlarından biri sayılan Luther Burbank bu gerçeği, “bir canlıda oluşabilecek muhtemel gelişmenin bir sınırı vardır ve bu kanun, bütün yaşayan canlıları belirlenmiş bazı sınırlar içinde sabit tutar” diyerek ifade etmektedir. 9
Dr. Sayın—veya Prof. Demirsoy—gibi bazı Türk evrimciler tarafından bir türlü kavranamayan ve kabul edilmek istenmeyen bu gerçek konusunda biraz literatür araşırması yapan herkes, hayvan yetiştiriciliği, tür içinde çeşitlenme gibi biyolojik olgularla evrim teorisine bir kanıt sağlanamadığını görecektir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.harunyahya.org/EvrimAldatmacasi/tartisma/tartisma4.html)
“Uzun Zaman”ın Evrim Sağlayacağı Yanılgısı
Bugüne kadar tek bir canlı hücresi dahi laboratuarlarda üretilememiştir. Ancak evrimciler bu canlı hücresinin ilkel dünya koşullarında kendi kendine oluştuğunu öne sürerler. Ümit Sayın ise bu konudaki eleştirilere karşı “yeterli uzunlukta zaman verilirse, cansız maddelerden canlı hücresi oluşacaktır” demektedir. Bu klasik evrimci savunması, “uzun zaman”ı bir kurtarıcı olarak görmektedir. Ancak, ne kadar uzun zaman verilirse verilsin, cansız maddeler kendi kendilerini organize ederek, hücre gibi kompleks bir yapıyı ve ardından düşünen, sevinen, konuşan, akleden, kararlar veren, heyecanlanan, buluşlar yapan, sanat eserleri meydana getiren canlıları meydana getiremezler. Buna ne dünyanın 4 milyar yıl yaşı, ne de 400 milyar yıl yeterli olmaz. Çünkü evrim teorisinin anlattığı senaryoyu mümkün kılan bir doğa kanunu veya doğal eğilim yoktur. Eğer maddenin kendi kendine organize olma gibi bir özelliği olsaydı, “uzun zaman” iddiasının bir temeli olurdu. Ama aksine, madde kendi kendine organize olmak bir yana, bilinçli bir düzenleme olmadıkça mutlaka düzensizliğe ve bilgi kaybına uğrar. Dolayısıyla zamanın uzaması, “evrim”i değil, bozulma ve düzensizleşmeyi artırır.
Gerçekte “uzun zaman” kavramı, bilimsel bulgular karşısında köşeye sıkışan evrimcilerin, konuyu gözlem ve deney alanından çıkarmak için kullandıkları bir kaçış yönteminden başka bir şey değildir. (Bu konu hakkındaki detaylı açıklamayı http://www.harunyahya.org/EvrimAldatmacasi/20soru/20soru3.html#11 adresinde bulabilirsiniz)
Kompleks Canlı Sistemlerin Doğal Mekanizmalarla Oluşabileceği Yanılgısı
Evrim teorisi, son derece kompleks yapılara sahip canlı sistemlerin nasıl varolduğu açıklayamaz. Sinir sistemi, insan beyni, hücre gibi yapıların oluşumu için evrimcilerin getirdikleri açıklamalar, birer açıklama değil, “bilimsel” görünümlü, ama gerçekte içi boş birer hikayeden ibarettir. Dr. Sayın”ın “yaratılışçılara cevap” edasında yazdıkları da, belirttiğimiz bu gerçeğin iyi birer örneği sayılır. Ümit Sayın’ın kompleks sistemlerin nasıl oluştuğuna getirdiği açıklamaların mantıksızlığını inceleyelim.
• Ümit Sayın “Evrim gelişiminde hep önceki bilgi ve stabil yapı doğal seleksiyon sonucu daha sonraki canlılarda kullanılmıştır” diye yazmaktadır. Bununla da muhtemelen çok “bilimsel” görünen bir açıklama yaptığını düşünüyor olabilir. Oysa ortada bir açıklama yoktur, çünkü asıl mesele cevapsızdır. Mesele, genetik bilginin nasıl ortaya çıktığı sorusudur. Ümit Sayın”ın cevabı, “bu kitap nasıl ortaya çıkmıştır” sorusuna “bir başka kitaptan kopyalanmıştır” diye cevap vermek gibidir; bu bir açıklama değildir, çünkü o zaman da kendisinden kopya edilen ilk kitabın nasıl ortaya çıktığı sorulacaktır. Bir yazarın varlığı kabul edilmediği sürece, bu kısır döngü bir kelime oyunu şeklinde devam eder.
Dikkat edilirse ne Ümit Sayın’ın bu iddiasında ne de diğer evrimcilerin açıklamalarında, ilk genetik bilginin nereden nasıl geldiğine dair hiçbir açıklama bulunmamaktadır. Bilindiği gibi, evrimciler ilk hücrenin cansız maddenin kendi kendini organize etmesiyle oluştuğunu iddia ederler. Ancak bu ilk hücrenin oluşması için bir bilgi gerekmektedir. Peki bu bilgi nasıl oluşmuştur? Buna hiçbir açıklama getirememektedirler. (Bu konu hakkındaki detaylı bilgi için bkz. http://www.harunyahya.org/EvrimAldatmacasi/HGK/hk14.html)
• Ümit Sayın diğer evrimciler gibi canlılığın cansız maddelerden oluşumunu çok basit gibi göstermeye çalışmış ve hiçbir bilimsel delile dayanmamasına rağmen canlılığın kendi kendine oluşumunu şöyle açıklamıştır: “Örneğin ilk meydana gelen amino asitlerdir, ikinci basamakta, thermal proteinler ve mikrokürecik proteinoidleri oluşmuştur, daha sonraki basamakta, ATP amino asitleri devreye girip evrimleşmiştir. Daha sonra da daha kompleks proteinler ve protein sentezleri gelişmiştir. Daha sonra prototip hücreler oluşmuş ve milyonlarca yılda, doğa deneye yanıla stabil hücreleri oluşturmuştur.”
Yukarıdaki cümlede dikkat edilirse, canlı hücreyi oluşturan “sözde aşamalar” sıralanmış, ancak bu aşamaların nasıl, hangi mekanizmalar aracılığı ile oluştuğuna dair hiçbir açıklama getirilmemiştir. Çünkü evrimcilerin buna verebilecekleri bir açıklama bulunmamaktadır. Hangi evrimci yayına bakılsa, bu hayali aşamaları insanın oluşumuna kadar sıralarlar, ancak bu sözde evrimin hangi mekanizma ile nasıl gerçekleştiğini açıklayamazlar.
Gerçekte Dr. Sayın”ın iki-üç cümlede aktardığı bu senaryoda sözedilen yapıların her biri son derece özel ve komplekstirler ve tesadüfen meydana gelmeleri imkansızdır. Sözgelimi tek bir protein molekülünün sahip olduğu özellikler kesinlikle tesadüflere yer vermeyecek kadar karmaşıktır. Tek bir protein molekülünün sentezlenmesi için, DNA’daki milyonlarca şifre arasından bu protein hakkındaki bilgi, bu konuda uzman enzimler tarafından bulunur. Farklı enzimler DNA’yı bir fermuar gibi açarken, başka enzimler de ilgili bilgiyi DNA’dan kopyalarlar. Kopyalamanın başlaması, kopyalama süreci, kopyalamanın doğru yerde bitmesi, bu arada açılmış olan DNA sarmalının tekrar birbirine dolanmaması veya karışmaması, kopyalama sırasındaki hataların düzeltilmesi, kopyalama bitince DNA’nın eski haline getirilmesi ve bunlara benzer pekçok işlem sırasında birçok enzim görev almaktadır. Ve bu enzimlerin her biri büyük bir uyum içinde çalışır. Burada sayılanlar tek bir protein molekülünün oluşması için yapılması gereken işlemlerin sadece başlangıcıdır. Ümit Sayın’ın tek bir tanesinin oluşumu için bile bu kadar kompleks sistemler gereken yapıları son derece basitmiş gibi göstermeye çalışması, “önce o sonra diğeri oluştu” diyerek hiçbir bilimsel dayanağı olmayan hayali bir sıralama yapması bütün bu kompleks sistemleri gözardı etmeye yönelik kasıtlı bir yöntemdir.
Eğer hayatın kökeni sorununu açıklamak, evrimciler için yukarıdaki iki-üç cümlelik senaryoyu yazmak kadar kolay olsaydı, bütün evrimci literatür “hayatın kökeni hala çözülmemiş bir sır” gibi itiraflarla dolu olmazdı. Örneğin Science News dergisinin Ocak 1999 sayısında yayınlanan bir makalede, amino asitlerin nasıl olup da proteinleri oluşturduğuna hala hiçbir açıklama getirilemediği—yani Dr. Ümit Sayın”ın senaryosunun henüz ilk basamağının bile hayali olduğu—şöyle belirtilmektedir:
“Hiç kimse şimdiye kadar nasıl olup da geniş çapta dağılmış yapıtaşlarının proteinlere dönüştüğünü tatmin edici bir şekilde açıklayamamıştır. İlkel dünyanın varsayılan koşulları amino asitleri yalıtılmış bir yalnızlığa doğru sürükleyecek şekildedir. 10
Ümit Sayın’ın “doğa deneme yanılmalarla bunu başarır” demesi ise çok daha vahim bir yanılgıdır. Çünkü “deneme-yanılma” bilinç sayesinde gerçekleşebilecek bir işlemdir. Doğada ise bilinçli bir şekilde deneme-yanılma yapacak bir mekanizma yoktur. Doğal seleksiyonun böyle bir özelliği olmadığı, “kör” bir mekanizma olduğu, sadece “avantaj”ı seçebileceği, buna karşılık kompleks bir tasarım için gerekli olan “planlamayı” yapamayacağı, evrimciler tarafından da kabul edilen bir gerçektir. Değil milyarlarca, trilyonlarca yıl geçse de evrimin iddia ettiği türden bir deneme yanılma sürecinin canlı bir hücre meydana getirmesi kesinlikle mümkün değildir (Bu konudaki detaylı bilgi için bkz. Doğada Bir Deneme Yanılma Mekanizması Var mı?, http://www.harunyahya.org/EvrimAldatmacasi/HGK/hk8.html)
Proteinoidlerin Canlılığın Kökeni Olabileceği Yanılgısı
Evrimcilerin, hayatın kökeninin cansız maddelerden geldiğini kanıtlama çabalarından biri, 1970″li yıllarda gündeme gelmiş, ama yine aynı dönemde geçersizliği anlaşılmış ve hayatın kökeni konusundaki literatürden dışlanmış olan Fox Deneyi”ydi. Miami Üniversitesi”nden Sidney Fox ilk aminoasitlerin ilkel okyanusta oluştuktan sonra bir volkanın kenarındaki kayalıklara sürüklenmiş olması gerektiğini öne sürdü. Sonra da amino asitleri içeren karışımdaki suyun kayalıklardaki yüksek ısı nedeniyle buharlaştığını ve böylece kuruyan amino asitlerin proteinleri oluşturmak üzere birleştiklerini iddia etti. Fox, bu iddiasını laboratuarda denedi. Sonuçta amino asitler birleşti ancak proteinler oluşmadı. Elde edilenler birbirine rastgele bağlanmış basit ve düzensiz amino asit halkalarıydı ve herhangi bir canlı proteinine benzemekten çok uzaktı.
Fox elde ettiği bu basit molekülleri “proteinoidler” olarak isimlendirdi. Bu proteinoidler yapı ve işlev olarak proteinlerden son derece uzaktı. Proteinlerle aralarında karmaşık bir teknolojik cihaz ile işlenmemiş bir metal yığını arasındaki kadar fark vardı. Sonuç olarak Fox’un deneyinde elde ettiği sonuçlar evrim teorisine hiçbir şey kazandırmamakta, aksine proteinlerin laboratuar koşullarında, bilinçli yöntemlerle dahi oluşturulamayacak kadar kompleks yapılar olduklarını göstererek evrim teorisine önemli bir darbe daha getirmekteydi.
Ümit Sayın ise, bu açık gerçeği reddetmekte, 1970″li yılların sonunda kalmış köhne bir iddiayı ısrarla yenileyerek, proteinoidlerin zaman içinde canlı hücreyi oluşturacak olan aşamalara katkıda bulunabileceğini öne sürmektedir. Oysa, Fox deneyi bilim dünyası tarafından kabul görmeyen, evrimciler tarafından dahi evrim teorisine delil olarak gösterilmeyen bir deneydir. Evrim teorisini eleştirenler kadar, teorinin savunucuları da bu deneyin hayatın kökeni açısından bir anlam ifade etmediğini kabul eder.
Hayatın başlangıcı ile ilgili teorilerin zorluklarını inceleyen Robert Shapiro, bu konuda şu yorumu yapar:
“Proteinoid teorisi, kimyacı (evrimci) Stanley Miller’dan Yaratılışçı Duane Gish’e kadar birçok kişiden sert eleştiriler almıştır. Belki de bugüne kadar, evrimciler ve Yaratılışçılar hiç bir konuda, Sydney Fox’un deneyine karşı çıkışlarında olduğu gibi bir görüş birliğinde olmamışlardır.” 11
Ümit Sayın ise, bilim dünyasının genel kanaatinin aksine proteinoidlerin, canlı hücrenin oluşumunda bir basamak olabileceğini öne sürmektedir. Bunun içinse bilimsel hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. (Fox deneyinin evrim teorisini ispatlamadığı ile ilgili detayları http://www.harunyahya.org/EvrimAldatmacasi/HGK/hk8.html adresinde bulabilirsiniz)
Dr. Ümit Sayın”ın Archaeopteryx ile ilgili Yanılgıları
Bugün evrim teorisinin büyük açmazlarından birini, türler arası geçişleri belgelemesi umulan ama bir türlü bulunamayan hayali “ara geçiş formları” oluşturur. Bu teorik canlıların bir türlü bulunamadığı evrimciler tarafından da kabul edilen bir gerçektir. Buna karşılık, sınırlı sayıdaki bir kaç fosil üzerinde ısrar ederler. Bunların başında 150 milyon yıllık soyu tükenmiş kuş Archaepteryx gelmektedir.
Ümit Sayın da yazısında aynı iddiayı tekrarlamakta, ancak çoğu evrimciden daha ileri giderek Archaeopteryx’ten ara geçiş formu olduğu kesinlik kazanmış bir canlı gibi bahsetmektedir. Oysa, Archaeopteryx günümüz kuşlarından bazı farklı özelliklere sahip, ancak uçucu kuş olduğunu gösteren özellikleri ile gerçek bir kuştur. Ümit Sayın ve bazı evrimcilerin Archaeopteryx’i ara geçiş formu olarak göstermelerinin nedeni, bu kuşun sahip olduğu bazı özgün özellikleridir. Ancak bu özellikler onu bir ara geçiş formu değil, “mozaik bir canlı” yapmaktadır. Nitekim, Stephen Jay Gould gibi günümüzün önde gelen evrimcileri dahi Archaeopteryx’i bir ara geçiş formu olarak değil, mozaik bir canlı türü olarak kabul etmektedirler.
Archaeopteryx, Ümit Sayın’ın sandığı gibi bir ara geçiş canlısı değildir:
Her ne kadar Archaeopteryx’in bazı dinozorlar ile benzer özelliklere sahip olduğu öne sürülmüş ise de, bu benzetmelerin gerçekçi olmadığı, fosilin bir kuşa ait olduğu zaman içinde fosilin anatomik özellikleri üzerinde yapılan daha detaylı incelemelerle ortaya çıkmıştır. 12
Önceleri çene kemiğinin dinozorlara benzediği iddia edilmiş olsa da, bilgisayar tomografisi kullanılarak Haubitz ve ekibi tarafında yapılan incelemelerde Archaeopteryx’in çene yapısının dinozorlarla değil, günümüz kuşları ile aynı olduğu görülmüştür. 13
L.D. Martin ve ekibi ise, Archaeopteryx’in ne diţlerinin ne de bilek kemiklerinin theropod dinozorlarından gelemeyeceğini göstermiştir. Dişler diğer dişli kuşlarla aynı özelliklere sahiptir ve bilek kemikleri ise dinozorlarınki ile hiçbir homoloji göstermemektedir. 14
Archaeopteryx’in iskelet yapısının ise onun öne eğik durmasına neden olduğu ve bunun da dinozorlara ait bir özellik olduğu iddiası ise bilimadamları tarafından doğrulanmamaktadır. A.D. Walker bu yorumun yanlış olduğunu ve Archaeopteryx’in iskelet yapısının aynı kuşlarda olduğu gibi canlının geriye doğru durmasına elverdiğini açıklamıştır. 15
Dahası Archaeopteryx’in uzuvları da theropod dinozorları ile hiçbir homoloji göstermemektedir. 16
A.D. Walker, Archaeopteryx’in kulak bölgesini de incelemiş ve kulak yapısının da günümüz kuşları ile aynı olduğunu belirtmiştir.17
Wales Üniversitesi, Biyoloji Bilimleri Enstitüsünden J. Richard Hinchliffe ise embriyolar üzerinde modern izotopik teknik kullanarak, kuşların ellerinin II, III ve IV. parmaklardan oluşurken, theropod dinozorlarının I, II ve III. parmaklardan oluştuğunu saptamıştır. Bu ise Archaeopteryx-dinozor bağlantısını savunanlar için büyük bir problemdir. 18
Richard Hinchliffe’nin araştırma ve gözlemleri, ünlü bilim dergisi Science’ın 1997 yılındaki bir sayısında şöyle yayınlanmıştır:
Theropodlarla kuş kemikleri arasındaki homoloji, “dinozor-kökeni” hipotezi ile ilgili diğer bazı problemleri akla getirmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: (i) Archaeopteryx kanadı ile kıyaslandığında, (vücut büyüklüğüne göre) theropodun çok daha küçük olan önkolu. Bu tip küçük kollar oldukça büyük bir dinozorun yerden yukarıya doğru havalanması için ikna edici bir ön-kanat değildirler. (ii) theropodlardaki bilek kemiği, sadece dört türde bulunmaktadır. Theropodların çoğu çok daha fazla sayıda bilek kemiğine ait parçalara sahiptir. Bunun Archaeopteryx ile benzerlik oluşturması çok zordur. (iii) Zamanlama ile ilgili bir paradoks ise, pek çok theropod dinozorun ve özellikle de kuşa benzeyen dromaesaur’ların fosil kayıtlarında Archaeopteryx’den daha sonra bulunmalarıdır. 19
Hinchliffe’nin belirttiği “zamanlama uyumsuzluğu”, Archaeopteryx hakkındaki evrimci iddialara en öldürücü darbeyi indiren gerçeklerden biridir. Amerikalı biyolog Jonathan Wells de 2000 yılında yayınlanan Icons of Evolution (Evrimin İkonaları) adlı kitabında, Archaeopteryx’in evrim adına adeta bir “ikona” (kutsal sembol) haline getirildiğini, oysa delillerin bu canlının “kuşların ilkel atası” olmadığını açıkca gösterdiğini vurgular. Wells”e göre bunun göstergelerinden biri, Archaeopteryx’in atası olarak gösterilen Theropod (iki ayaklı) dinozorların, aslında Archaeopteryx’ten daha genç olmalarıdır: “Yerde koşan iki ayaklı dinozorlar, Archaeopteryx’in teorik atalarından beklenebilecek bazı özelliklere sahiptirler, ama (fosil kayıtlarında) Archaeopteryx’ten daha sonra ortaya çıkarlar.” 20
Görüldüğü gibi bilimsel bulgular, Archaeopteryx’in dinozorlarla kuşlar arasında bir ara geçiş canlısı olamayacağını ortaya koymakta , bazı evrimcilerin bu konuda öne sürdükleri iddiaların geçerli olmadığını göstermektedir. Archaeopteryx fosilinin neden bir ara geçiş formu olmadığının ve evrimcilerin bu canlının bazı özelliklerini nasıl çarpıtıp, güçlü uçucu bir kuş olan bu canlıyı yarı dinozor yarı kuş gibi göstermeye çalıştıklarının detaylarını http://www.harunyahya.org/EvrimAldatmacasi/aldatmaca/evrim6.html adresinde bulabilirsiniz.
Hoatzin”in Pençeleri, Archaeopteryx’in “İlkel Kuş” Olmadığını Gösterir
Archaeopteryx’in kanatlarında pençeler olmasını evrimciler, Archaeopteryx’in dinozorlardan evrimleştiğine delil olarak kullanırlar. Oysa günümüzde Hoatzin gibi bazı kuşların kanatlarında da pençeler bulunmaktadır. Ancak Ümit Sayın anlaşılmaz bir mantıkla, Archaeopteryx ile Hoatzin arasındaki bu benzerliğin, “Archaeopteryx’in kuşlara evrimleşmekte olan bir dinozor olma hipotezini ortadan kaldırmayacağını, aksine güçlendireceğini” öne sürmüştür.
Bu, bugüne kadar hiçbir evrimcinin öne sürmediği, bilimsel bir delile veya açıklamaya değil, sadece önyargılara dayalı bir iddiadır. Oysa Hoatzin’in kanatlarındaki pençelerin anlamı açıktır. Günümüzde yaşamakta olan bir kuşun kanatlarında pençeler var ise, geçmişte yaşayan bir kuşun kanatlarındaki pençeleri ara geçiş formu özelliği olarak tanımlamak doğru olmayacaktır.
Ayrıca, kanatlarında pençeleri olan tek kuş Hoatzin de değildir. Afrika’da yaşayan turako ve devekuşunun da pençeleri vardır. 1983 yılında ise İngiliz Doğa Tarihi müzesinde kanatlarında pençeleri olan 9 ayrı kuş ailesine ait birçok türün örnekleri sergilenmiştir. 21
Sonuç olarak kanatlarındaki pençeler Archaeopteryx’i bir ara geçiş formu yapmaz. Bu, günümüzde de yaşamakta olan bazı kuşlara ait bir özelliktir.
Archaeopteryx’ten Önce Yaşamış Olan Uçucu Kuşlar, Archaeopteryx’in Ara Geçiş Formu Olmadığını Gösterir
Evrimcilerin Archaeopteryx’i bir ara geçiş canlısı olarak göstermekten vazgeçmelerinin bir nedeni de, Archaeopteryx’ten çok daha önce yaşamış olan kuşlara ait fosillerin bulunmuş olmasıdır. Ancak Ümit Sayın bu önemli gelişmeyi de gözardı etmekte ve yine anlaşılmaz bir şekilde, Archaeopteryx’ten önce yaşamış olan kuşların da Archaeopteryx’in ara geçiş canlısı olduğu tezini güçlendirdiğini öne sürmektedir. Bu iddiası son derece mantıksızdır. Çünkü söz konusu kuş fosilleri, (Protoavis) günümüzden 225 milyon yıl, Archaeopteryx’ten 75 milyon yıl önce yaşamışlardır. Bu Mesozoik Çağın ilk jeolojik dönemine rastgelir ve bu dönem “dinozorlar çağı” olarak kabul edilmektedir. Bu durum, dinozorların egemen olduğu bir dönemde, dünyada aynı zamanda kuţların da yaşadığını gösterir. Kuşlarla dinozorlar aynı dönemde yaşadıktan 75 milyon yıl sonra ortaya bu iki canlı türü arasında bir geçiş canlısının çıkması, evrimcilerin dahi kabul edemedikleri bir varsayımdır. Söz konusu fosili bulan Chatterjee, bu fosilin, Archaeopteryx’ten daha fazla günümüz kuşları ile benzerliklere sahip olduğunu belirtmektedir. 22
Bu bulgular ışığında bugün pek çok evrimci paleontolog dahi Archaeopteryx’in kuşların atası olan bir ara geçiş formu olduğu iddiasından vazgeçmiş durumdadır. Ancak Ümit Sayın, bu açık gerçekleri, demagojilerle ve gözü kapalı “red” cümleleri ile görmezden gelmeye devam etmektedir.
Sonuç
Türkiye”deki evrimci kanadın duayenlerinden biri olan Dr. Ümit Sayın, Bilim Ütopya dergisinin Ekim 2001 tarihli sayısındaki yazısında, Yaratılışı savunanların bilimsel deliller getirmediklerini veya delilleri çarpıttıklarını öne sürmüştür. Oysa, özellikle isim vererek belirttiği Harun Yahya’nın eserlerinde yeralan tüm açıklamalar, bilim adamlarının gözlem ve deneyleri ile elde ettikleri sonuçlara dayanmaktadır. Bunların hiçbirinde bir çarpıtma yoktur, ayrıca her biri çok açık gerçekleri ortaya koymaktadır. Bilimsel delilleri çarpıtarak, ideolojilerine uygun hale getirmeye çalışanlar ise evrimcilerdir. Oysa bilim ideolojilere hizmet etmemelidir. Bilim, bulunan delillerin tarafsız yorumlarından ibaret olmalıdır.
Bazı evrimciler hala kabul etmek istemeseler de evrim teorisinin bilimsel olarak çöküşü çok yakındır. Çünkü bütün bilimsel bulgular evrim teorisinin aleyhindedir. Bu durumda Ümit Sayın’ın da yazısının başında belirttiği gibi, bu teori “değiştirilmeli ve yerini yenilerine bırakmalıdır”.
21. yüzyılda bilimsel bulguların gösterdiği sonuç ise tüm evrende ve canlılıkta “akıllı bir tasarım” olduğudur. Akıllı bir tasarım ise Akıl ve bilinç sahibi bir “Tasarımcı”nın varlığını gösterir ki, O, herşeyin yaratıcısı ve Rabbi olan Yüce Allah’tır.
1- Dr. Lee Spetner, “Lee Spetner/Edward Max Dialogue: Continuing an exchange with Dr. Edward E. Max”, 2001, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
2- Dr. Lee Spetner, “Lee Spetner/Edward Max Dialogue: Continuing an exchange with Dr. Edward E. Max”, 2001, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
3- Dr. Lee Spetner, “Lee Spetner/Edward Max Dialogue: Continuing an exchange with Dr. Edward E. Max”, 2001, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
4- Francisco J. Ayala, “The Mechanisms of Evolution”, Scientific American, cilt 239, Eylül 1978, s. 64
5- Dr. Lee Spetner, “A Scientific Critique of Evolution, In an exchange with Dr. Edward E. Max”, 2000, http://www.trueorigin.org/spetner1.asp
6- Dr. Lee Spetner, “Lee Spetner/Edward Max Dialogue: Continuing an exchange with Dr. Edward E. Max”, 2001, http://www.trueorigin.org/spetner2.asp
7- Fagerstrom, T. P. Jagers, P. Schuster, and E. Szathmary. 1996. Biologists put on mathematical glasses. Science 274: 2039-2040.
8- Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard Common Press, New York: 1971, s. 33.
9- Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, s. 36
10- (Simpson, Sarah. 1999. “Life”s First Scalding Steps.” Science News, 155(2):25, Jan. 9)
11- Robert Shapiro, (1986) Origins: A Skeptic”s Guide to the Creation of Life on Earth, Summit Books, New York, s. 192
12- S.J. Gould & Niles Eldredge ; Paleobiology 3:147, 1977
13- B. Haubitz, M. Prokop, W. Döhring, J.H. Ostrom, and P. Welinhofer, Paleobiology 14(2):206 (1988).
14- L.D. Martin, J.D. Stewart, and K.N. Whetstone, The Auk 97:86 (1980).
15- A.D. Walker, Geological Magazine 117:595 (1980).
16- S. Tarsitano and M.K. Hecht, Zoological Journal of the Linnaean Society 69:149 (1980).
17- A.D. Walker, as described in Peter Dodson, “International Archaeopteryx Conference,” Journal of Vertebrate Paleontology 5(2):177, June 1985.
18- Richard Hinchliffe, “The Forward March of the Bird-Dinosaurs Halted?”, Science, Volume 278, Number 5338, Issue of 24 Oct 1997, pp. 596-597.
19- Richard Hinchliffe, “The Forward March of the Bird-Dinosaurs Halted?”, Science, Volume 278, Number 5338, Issue of 24 Oct 1997, pp. 596-597.
20- Jonathan Wells, Icons of Evolution, Regnery Publishing, 2000, s, 117
21- Luther D. Sunderland, Darwin”s Enigma, Master Book Publishers, California, 1988, s.74-75
22- Tim Beardsley, Nature, 322:677 (1986)