11 Mart 2000 tarihli, Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinde, Sayın A.M.C. Şengör, “Hurafe ve yaşamın evrimi” başlıklı yazısında, Sayın Mehmet Sakınç’la evrimle ilgili olarak yaptığı bir sohbete yer vermiştir. Bu sohbette birçok yanılgı ve eksik bilgiden kaynaklanan bazı hatalı yorumlar yapılmıştır. Söz konusu yanılgı ve hataların kamuoyunca da bilinmesinde fayda görmekteyiz:
1- Tüylü dinozorları evrimin delili sanma yanılgısı:
Sayın A.M.C. Şengör bir öğrencisinin National Geographic’in bir sayısında Çin’de bulunan son tüylü dinozoru gösterdiğini ve bunun evrime muhteşem bir delil olduğunu düşündüğünü yazmıştır. Bu noktada bir yanılgı ve bir bilgi eksikliği bulunmaktadır. Tüylü dinozorlar evrimin gerçekleştiğine dair delil olamayacağı gibi, Sayın Şengör, söz konusu tüylü dinozor haberlerinin bir senaryo olduğunun daha sonra ortaya çıktığından da habersizdir.
Evrimciler her yeni fosil bulgusunda, dinozor-kuş bağlantısı hakkında spekülasyonlar öne sürerler, ancak her zaman, detaylı analizler sonucunda bu fosillerin evrime delil olduğu ile ilgili spekülasyonları yalanlanmaktadır.
Sayın Şengör’ün öğrencisinin gösterdiği tüylü dinozor haberi, National Geographic dergisinde yer almıştır. Söz konusu yazıda Çin”de bulunan üç theropod dinozoru fosiline yer verilmiş, bu fosiller bir medya propagandası ile evrimin önemli bir delili olarak gösterilmek istenmiş, hatta Türkiye’de dahi bazı medya kuruluşları bu hayali iddialara yer vermişlerdir.
Söz konusu üç fosilden National Geographic dergisinde şöyle söz edilmektedir:
1. Archaeoraptor
2. Sinornithosaurus
3. Beipiaosaurus
National Geographic”in verdiği bilgilere göre her üç fosil de yaklaşık 120 milyon yıl yaşındaydı. Her üçü de theropod dinozorlar sınıfına dahildi. (Theropod dinozorlar, Tyrannosaurus rex ve velociraptor gibi etobur dinozor türlerinin geneline verilen isimdir.) Ancak National Geographic bu dinozorların bazı “kuş-benzeri” özellikler taşıdıklarını öne sürüyordu. Bu özelliklerin en önemlisi ise, iddiaya göre, bu fosil dinozorların kuşlara benzer tüylere sahip olmasıydı.
Konuya aşina olmayan okurlar belki bu “tüylü dinozor” kavramını ilk kez duyuyorlardı. Oysa gerçekte bu kavram iki yıl kadar önce de gündeme gelmiş ve bilim dünyasının gündemini işgal etmişti. Yine Çin”de bulunan ve Sinosauropteryx adı verilen bir dinozor, tüm dünyaya “tüylü dinozor” olarak tanıtılmış ve Sabah ve Hürriyet gibi pek çok gazetede haber yapılmıştı.
Ancak ilerleyen aylarda Sinosauropteryx üzerinde yapılan detaylı analizler, evrimci araştırmacıların heyecanla “kuş tüyü” olarak tanıttıkları yapıların tüylerle ilgisi bulunmadığını göstermişti. Science dergisinde yayınlanan “Plucking the Feathered Dinosaur” (Tüylü Dinozorun Tüylerini Yolmak) başlıklı bir makalede, evrimci paleontologlar tarafından “tüy” olarak algılanan yapıların gerçekte tüylerle ilgisiz olduğu belirtiliyordu:
“Bir yıl kadar önce, paleontologlar “tüylü dinozor”a ait fotoğrafların ortaya çıkmasıyla heyecan yaşamışlardı. Çin”in Yixian bölgesinde bulunan Sinosauropteryx adlı fosil, New York Times”ın ön sayfasında yayınlanmış ve kuşların kökeninin dinozorlar olduğuna dair etkili bir delil olarak sunulmuştu. Ama geçtiğimiz ay Chicago”daki omurgalılar paleontolojisi toplantısında verilen hüküm daha farklı oldu: Fosil örneklerini inceleyen yarım düzine Batılı paleontolog, bu yapıların modern tüyler olmadığını söylediler… Kansas Üniversitesi paleontoloğu Larry Martin, bu yapıların yıpranmış kollagan fiberleri olduğunu ve kuşlarla hiç bir ilişkisi olmadığını belirtti.” (Ann Gibbons, “Plucking the Feathered Dinosaur”, Science, volume 278, Number 5341 Issue of 14 Nov 1997, pp. 1229 – 1230 )
Görünen odur ki, evrimciler, Sinosauropteryx hakkındaki spekülasyonlarının boşa çıkmasının ardından Archaeoraptor, Sinornithosaurus ve Beipiaosaurus adı verilen yeni fosil bulguları üzerinde spekülasyona girişmişlerdir. Evrimi dogmatik bir yaklaşımla ve üzerinde düşünmeden, bir önkabulle kabullenmek bu tür yanılgıların ve hatalı yorumların oluşmasına neden olmaktadır. Çünkü söz konusu fosiller kuşlarla dinozorlar arasında bir bağlantı kurmamakla birlikte, birçok tutarsızlığı da birlikte getirmektedir. Bu tutarsızlıklardan bazılarını kısaca özetlemek gerekirse;
Kuşların atası olarak öne sürülen bu tüylü dinozorlar Archaoepteryx’ten daha gençler
Çin”de bulunan Archaeoraptor, Sinornithosaurus ve Beipiaosaurus adlı fosil dinozorlar yarı kuş-yarı dinozor olarak gösterilmektedir. Fosilleri yorumlayan evrimci paleontolog Chris Sloan, bu canlıların uçamadıklarını, ancak kanatlarını dengeli koşmak için kullandıklarını öne sürmektedir. Yani bu iddialara göre, bu fosilin, henüz uçamayan “kuş ataları” olarak kabul edilmesi gerekir.
İşte bu noktada çok büyük bir çelişki vardır. Çünkü bu fosiller sadece 120 milyon yıl kadar eskidir. Ancak yeryüzündeki bilinen en eski uçabilen kuş olan Archaeopteryx, 150 milyon yıl yaşındadır. Archaeopteryx günümüz kuşlarıyla aynı uçuş yeteneğine sahip olan uçucu bir kuştur. Uçuş için gerekli olan geniş kanatlara, asimetrik ve kompleks tüy yapısına, sternum (göğüs) kemiğine sahiptir. Evrimciler uzun zamandır Archaeopteryx”i “kuşların ilkel atası” olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Ama karşılaştıkları en büyük sorun, bu canlının zaten tüm kuş özelliklerine sahip ve kusursuz bir biçimde uçabilen bir canlı olmasıdır.
Kısacası Archaeopteryx, eski kuşların bundan 150 milyon yıl önce gökyüzünde uçmakta olduklarının bir kanıtıdır. Bu durumda elbette 120 milyon yıl yaşındaki bazı dinozor fosillerinin, “kuşların henüz uçamayan ilkel ataları” olarak gösterilmesi imkansızdır. Bu durum, Archaeoraptor, Sinornithosaurus ve Beipiaosaurus adlı fosil dinozorlar hakkındaki evrimci iddiaların açık bir çelişki içinde olduğunu göstermektedir.
Theropod Dinozorlar ve Kuşlar
Evrimci medyada yer alan spekülatif haberler bir yana bırakılır ve theropod dinozorlar ile kuşların fosil kayıtları ve anatomileri incelenirse, gerçekte ortada hiçbir “evrim” olmadığı görülür. Amerikalı biyolog, Richard L. Deem “Demise of the “Birds are Dinosaurs” Theory” (“Kuşlar Dinozordur” Teorisinin Sonu”) başlıklı makalesinde şöyle yazmaktadır:
“Son çalışmaların sonuçları göstermektedir ki, theropod dinozorların elleri (önkol kemiklerindeki) birinci, ikinci ve üçüncü hanelerden türemiştir, ama kuşların kanatları, ikinci, üçüncü ve dördüncü hanelerden türerler…. İkinci bir çalışma göstermektedir ki, theropod dinozorlar, kuşlarınkine evrimleşebilecek bir iskelet ya da akciğer yapısına sahip değildir. (Theropod dinozorlar diyaframlı solunum yapar, kuşların ise diyaframı yoktur.) Theropod bir dinozorun kuşlara evrimleşmesi, diyaframında ciddi bir handikap oluşmasını gerektirecektir, ama bu durum canlının nefes alma yeteneğini çok kritik bir biçimde sınırlayacaktır. Dr. Ruben”in belirttiği gibi, “buna neden olabilecek bir mutasyonun selektif bir avantaj sağlaması imkansız gözükmektedir.”
“Kuşlar dinozordur” teorisiyle ilgili başka problemler de vardır. Theropodların önayakları Archaeopteryx”e kıyasla, vücutlarına göre çok küçüktür. Bu canlıların ağır vücutları da düşünüldüğünde, bir tür “ön-kanat” (proto-wing) geliştirmeleri olası gözükmemektedir. Theropod dinozorların çok büyük bölümü (kuşlarda bulunan) semilunatik bilek kemiğinden yoksundur ve Archaeopteryx”te hiçbir benzeri bulunmayan bazı bilek parçalarına sahiptir. Bütün theropodlarda V1 sinirleri diğer bazı sinirlerle birlikte kafatasını yandan terk eder, kuşlarda ise aynı sinirler kafatasını ön taraftan kendilerine ait bir delikten geçerek terk eder. Bir başka sorun ise, theropodların çok büyük kısmının Archaeopteryx”ten daha sonra ortaya çıkmış olmalarıdır.” (http://www.yfiles.com/dinobird2.html)
Öte yandan theropod dinozorları kuşlardan ayıran bir diğer önemli fark ise, bu dinozorların kalça kemiklerinin yapısıdır. Dinozorlar, kalça kemiklerinin yapısına göre iki temel gruba ayrılırlar: Saurischian (sürüngen-benzeri kalça kemerliler) ve Ornithischian (kuş-benzeri kalça kemerliler) grupları. Ornithischian grubundaki dinozorların kalça kemikleri kuşlara gerçekten çok benzerdir ve bu nedenle bu ismi almışlardır. Ancak diğer yönlerden kuşlara hiç bir benzerlik göstermezler. Bu yüzden evrimciler, theropodların dahil oldukları Saurischian (sürüngen-benzeri kalça kemerliler) dinozorlarını “kuşların atası” saymak zorunda kalırlar. Oysa, tanımdan da anlaşılacağı gibi, bu dinozorların kalça kemiği yapısı kuşlara benzerlik göstermemektedir. (Duane T. Gish. Dinosaurs by Design. Master Books, AR, 1996. s. 65-66)
Kısacası, kuşların theropod dinozorlardan evrimleşmiş olmaları imkansızdır, çünkü böyle bir evrimi meydana getirecek ve iki canlı grubu arasındaki büyük farklılıkları ortadan kaldırabilecek bir mekanizma yoktur.
Bu gerçek, evrim teorisinin diğer tüm iddialarını da temelinden geçersiz kılmaktadır. Evrimciler, canlılar arasında benzerlikleri bulmaya çalışmakta ve bu benzerliklere dayanarak türlerin birbirlerinden evrimleştiklerini öne sürmektedirler. Ama önemli olan, farklı türleri birbirlerine dönüştürecek mekanizmaların bulunmayışıdır. Öte yandan fosil kayıtları da türlerin aniden belirdiklerini göstermekte, yani yaratıldıklarını ortaya koymaktadır.
Dünya üzerinde 1,5 milyon canlı türü yaşamaktadır ve onmilyonlarca farklı türün de soyu tükenmiştir. Kısacası yeryüzünde olağanüstü bir çeşitlilik vardır. Bu çeşitlilik içinde yüzbinlerce farklı sürüngen ya da kuş türü de bulunmaktadır. Kara sürüngenleri vardır, uçan sürüngenler ya da deniz sürüngenleri de vardır. Kuşlara benzeyen sürüngenler vardır, kuşlara benzemeyen sürüngenler vardır, tüylü sürüngenler de olabilir. Bu benzerlikleri gösterek bunları “evrim” kanıtı saymak ise tümüyle temelsiz bir yaklaşımdır ve gerçekte evrimcilerin önyargılı tutumlarının bir ifadesidir.
2- Bakterilerin antibiyotiklere karşı dirençli olmalarını evrimin delili sanma yanılgısı
Sayın Şengör yazısında Sayın Sakınç’ın, “yahu yeni keşiflere ne gerek var evrimi anlamak için? İlaç endüstrisi her gün mutasyon geçiren vücut düşmanlarına ilaç yetiştireceğim diye uğraşmıyor mu?” dediğini aktarmıştır. Bu, uzun süre önce bilimsel araştırmalar neticesinde geçersiz kılınmış bir iddiadır.
Bazı evrimciler, bazı bakterilerin antibiyotiklere karşı direnç göstermelerini aynı Mehmet Sakınç gibi evrime delil olarak gösterirler. Bazı kimyasal maddelerin bakterilerde mutasyona neden olduğunu ve bunun sonucunda bu antibiyotiğe karşı bir direnç oluştuğunu iddia ederler.
Oysa bakterilerde görülen direnç söz konusu canlıların antibiyotiklere karşı mutasyon sonucunda sonradan geliştirdikleri özellikler değildir. Çünkü bu canlılar söz konusu özelliklere antibiyotiğe maruz kalmadan önce de sahiptirler. Scientific American dergisi Mart 1998 sayısında bu konuya şöyle yer vermektedir:
Çok sayıda bakteri, daha ticari antibiyotikler kullanılmaya başlamadan önce de direnç genlerine sahipti. Bilim adamları bu genlerin neden evrimleştiklerini ve varlıklarını sürdürdüklerini kesinlikle bilmiyorlar. (Stuart B. Levy, “The Challange of Antibiotic Resistance, Scientific American, Mart 1998, s. 35)
Görüldüğü gibi, direnç sağlayan genetik bilginin, antibiyotiklerden önce var olması, evrimciler tarafından açıklanamayan ve teorinin iddiasını geçersiz kılan bir gerçektir.
Dirençli bakterilerin, antibiyotiklerin keşfinden önce mevcut olduğu, ciddi bir bilimsel yayın olan Medical Tribune dergisinin, 29 Aralık 1988 sayısında da ilginç bir olay aktarılarak belirtilmektedir: 1986″da yapılan bir araştırmada, 1845 yılında bir kutup keşfi sırasında hastalanarak hayatını kaybeden denizcilerin buzda korunmuş cesetleri bulunmuştur. Bu cesetlerin üzerinde 19. yüzyılda yaygın olan bazı bakteri çeşitleri tespit edilmiş ve bunlar test edildiğinde, 20. yüzyılda üretilmiş pek çok modern antibiyotiğe karşı direnç özellikleri taşıdıkları hayretle saptanmıştır. (Medical Tribune, 29 Aralık 1988, ss. 1, 23)
Bu tür direnç özelliklerinin penisilinin icadından önce de birçok bakteri türünde mevcut olduğu tıp dünyasında bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla bakterilerdeki direnç özelliğinin evrimsel bir gelişme gibi öne sürülmesi kesinlikle aldatıcı bir iddiadır.
Peki günlük dilde “bakterilerin bağışıklık kazanması” denen süreç gerçekte nasıl oluşur?
Bakterilerin kendi türleri içinde sayısız varyasyonları (çeşitleri) vardır. Bu varyasyonların bir kısmı ise, yukarıda belirttiğimiz gibi, bazı ilaçlara karşı direnç sağlayacak genetik bilgiye sahiptir. Bakteriler belli bir ilacın etkisine maruz kaldıklarında, ilaca dayanıksız varyasyonlar yok olur; dirençliler ise hayatta kalır ve daha fazla çoğalma imkanına kavuşurlar. Belli bir zaman sonra tamamen yok olan dirençsiz bakterilerin yerini, hızla çoğalan bu dirençli bakteriler doldurur. Bir süre sonra, aynı bakteri türü yalnızca söz konusu antibiyotiğe dirençli olan bireylerden oluşmuş bir koloni haline gelir ve artık aynı antibiyotik o bakteri türüne karşı etkisiz olur. Ancak bakteri yine aynı bakteri, tür yine aynı türdür. Dolayısıyla bir evrim söz konusu değildir, sadece var olan bir bakteri türü, yani sözkonusu antibiyotiğe karşı dirençli olan bakteri türü daha fazla çoğalmıştır. Bu durumun evrimle bir ilgisi olmadığı son derece açıktır.
3- Canlı türleri içindeki çeşitlenmeyi evrimin delili sanma yanılgısı
Sayın A.M.C. Şengör’ün yazısında aktardığına göre Sayın Sakınç türler içindeki çeşitliliğin, yani varyasyonların evrimin delili olduğunu sanmaktadır. Oysa bu, geçersizliği çok önceleri anlaşılmış klasik bir evrimci yanılgısıdır.
Varyasyon, genetik biliminde kullanılan bir terimdir ve “çeşitlenme” demektir. Bu genetik olay, bir canlı türünün içindeki bireylerin ya da grupların, birbirlerinden farklı özelliklere sahip olmasına neden olur. Örneğin yeryüzündeki insanların hepsi temelde aynı genetik bilgiye sahiptirler, ama bu genetik bilginin izin verdiği varyasyon potansiyeli sayesinde kimisi çekik gözlüdür, kimisi kızıl saçlıdır, kimisinin burnu uzun, kimisinin boyu kısadır.
Varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz. Evrim teorisi için önemli olan ise, yepyeni bir türü tanımlayacak yepyeni bir bilginin nasıl ortaya çıkabileceği sorusudur.
Varyasyon her zaman genetik bilginin sınırları içinde olur. Genetik biliminde söz konusu sınıra “gen havuzu” denir. Bir canlı türünün gen havuzunda bulunan bütün özellikler, varyasyon sayesinde çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Örneğin varyasyon sonucunda, bir sürüngen türünün içinde diğerine göre biraz daha uzun kuyruklu ya da biraz daha kısa ayaklı cinsler ortaya çıkabilir, çünkü kısa ayak bilgisi de, uzun ayak bilgisi de sürüngenlerin gen havuzunda vardır. Ama varyasyon sürüngenlere kanat takıp, tüy ekleyip, metabolizmalarını değiştirip onları kuşa dönüştüremez. Çünkü bu tür bir dönüşüm canlının genetik bilgisinde bir artış olmasını gerektirir, fakat varyasyonlarda böyle bir durum söz konusu değildir.
Darwin, teorisini ortaya attığında bu gerçeğin farkında değildi. Varyasyonların bir sınırı olmadığını sanıyordu. 1844″te yazdığı bir yazısında, “çoğu yazar doğadaki varyasyonun bir sınırı olduğunu kabul ediyor, ama ben bu düşüncenin dayandığı tek bir somut neden bile göremiyorum” demişti. (Loren Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958, s. 186) Türlerin Kökeni “nde de çeşitli varyasyon örneklerini teorisinin en büyük delili gibi göstermişti. Örneğin Darwin”e göre; daha bol süt veren inek cinsleri yetiştirmek için farklı inek varyasyonlarını çiftleştiren hayvan yetiştiricileri, sonunda inekleri başka bir canlı türüne dönüştüreceklerdi. Darwin”in, bu “sınırsız değişim” fikrini en iyi ifade eden ise, Türlerin Kökeni “nde yazdığı şu cümleydi:
Bir ayı cinsinin doğal seleksiyon yoluyla giderek daha fazla suda yaşamaya uygun özellikler elde etmesinde, giderek daha büyük ağızlara sahip olmasında ve sonunda bu canlının dev bir balinaya dönüşmesinde hiçbir zorluk göremiyorum. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184)
Darwin”in bu denli iddialı örnekler vermesinin nedeni, içinde yaşadığı yüzyılın ilkel bilim anlayışıydı. 20. yüzyıl bilimi ise, canlılar üzerinde yapılan benzeri deneyler sonucunda “genetik değişmezlik” (genetik homoestatis) denilen bir ilkeyi ortaya çıkardı. Bu ilke, bir canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm eşleştirme (farklı varyasyon oluşturma) çabalarının sonuçsuz kaldığını, canlı türleri arasında aşılmaz duvarlar olduğunu ortaya koyuyordu. Yani farklı inek varyasyonlarını çiftleştiren hayvan yetiştiricilerinin sonunda inekleri Darwin”in iddia ettiği gibi başka bir türe dönüştürmeleri, kesinlikle mümkün değildi.
Darwin Retried adlı kitabın yazarı Norman Macbeth bu konuda şöyle yazar:
Sorun canlıların gerçekten de sınırsız bir biçimde varyasyon gösterip göstermedikleridir… Türler her zaman için sabittirler. Yetiştiricilerin yetiştirdikleri değişik bitki ve hayvan cinslerinin belirli bir noktadan ileri gitmediğini, hatta hep orijinal formlarına geri döndüğünü biliriz. Asırlar süren yetiştirme çabalarına rağmen, hiçbir zaman siyah bir lale ya da mavi bir gül elde etmek mümkün olmamıştır. (Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard Common Press, New York: 1971, s. 33.)
Hayvan yetiştiriciliği konusunda dünyanın en önemli uzmanlarından biri sayılan Luther Burbank bu gerçeği, “bir canlıda oluşabilecek muhtemel gelişmenin bir sınırı vardır ve bu kanun, bütün yaşayan canlıları belirlenmiş bazı sınırlar içinde sabit tutar” diyerek ifade etmektedir. (Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, s. 36
Biyolog Edward Deevey de, varyasyonun hep belirli genetik sınırlar içinde gerçekleştiğini şöyle açıklar:
Çaprazlama çiftleştirme yöntemiyle çok önemli sonuçlara varılmıştır… Ama sonuçta buğday hala buğdaydır ve, örneğin, üzüm değildir. Domuzlar üzerinde kanat oluşturmamız da, kuşların yumurtalarını silindir şeklinde üretmeleri kadar imkansızdır. Daha güncel bir örnek, son bir yüzyıl içinde dünyadaki erkek nüfusunda görülen boy ortalaması yükselişidir. Daha iyi beslenme ve bakım koşulları sayesinde erkekler son bir yüzyıl içinde rekor sayılabilecek bir boy ortalamasına ulaşmıştır, ama bu artış giderek durma noktasına gelmiştir. Çünkü varabileceğimiz genetik sınıra dayanmış durumdayız. (Edward S., Jr. 1967. The reply: Letter from Birnam Wood. Yale Review. 61:631-640.)
Kısacası varyasyonlar, ancak bir türün genetik bilgisinin sınırları içinde kalan bazı değişimler meydana getirmekte, ancak hiçbir zaman türlere yeni bir genetik bilgi eklememektedir. Bu nedenle hiçbir varyasyon “evrim” örneği sayılamaz. Farklı köpek ya da at cinslerini ne kadar çifleştirirseniz çiftleştirin, sonuçta ortaya yine köpekler ya da atlar çıkacak, ama yeni türler oluşmayacaktır. Danimarkalı bilim adamı W. L, Johannsen bu konuyu şöyle özetler:
Darwin”in bütün vurgusunu üzerine dayandırdığı varyasyonlar, gerçekte belirli bir noktanın ilerisine götürülemezler ve bu nedenle varyasyonlar ‘sürekli değişim”in (evrimin) nedenini oluşturmazlar. (Loren Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958. s 227)
4- Fosil kayıtlarının evrime delil oluşturduğu yanılgısı
Söz konusu yazıda yine Sayın Sakınç’ın fosil kayıtlarının evrim teorisinin doğruluğunu ispatladığı yönündeki yanılgısına yer verilmektedir. Oysa, fosil kayıtları daha Darwin’in zamanından itibaren evrim teorisinin en büyük sorunlarından biri olmuştur. Fosil kayıtlarının evrimi ispatlaması beklenirken, beklenilen ara geçiş formlarına ait fosiller hiç bir zaman bulunamamıştır, aksine fosil kayıtlarında canlılar hep gelişmiş ve tam halleriyle yer almaktadırlar.
Darwin bu önemli sorunun farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında, “fosiller sorunu”na özel bir bölüm ayırmış, “Teorinin Sorunları” (Difficulties on Theory) adlı kısımda ise şu itirafta bulunmuştur:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz…
Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? Jeoloji iyi derecelendirilmiş bir süreç ortaya çıkarmamaktadır ve belki de bu benim teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz olacaktır. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 172, 280)
Darwin”in “teorime karşı ileri sürülecek en büyük itiraz” dediği fosil kayıtları, o zamandan bu yana giderek daha da büyük bir sorun haline gelmiş bulunmaktadır. Bir başka evrimci paleontolog Mark Czarnecki şu yorumu yapar:
Teoriyi (evrimi) ispatlamanın önündeki büyük bir engel, her zaman için fosil kayıtları olmuştur… Bu kayıtlar hiçbir zaman için Darwin”in varsaydığı ara formların izlerini ortaya koymamıştır. Türler aniden oluşurlar ve yine aniden yok olurlar. Ve bu beklenmedik durum, türlerin Tanrı tarafından yaratıldığını savunan yaratılışçı argümana destek sağlamıştır. (Mark Czarnecki, “The Revival of the Creationist Crusade”, MacLean”s, 19 Ocak 1981, s. 56)
Bir başka evrimci Chicago Doğa Tarihi Müzesi, Jeoloji Bölümü Başkanı Dr. David Raup ise şu itirafta bulunur:
Çoğu insan fosillerin, Darwin”in hayatın tarihi hakkındaki görüşlerine kanıt olduğunu zanneder. Oysa ki bu kesinlikle yanlış bir düşüncedir. (SBS Vital Topics, David B. Loughran, Nisan 1996, Stewarton Bible School, Stewarton, Scotland, URL:http://www.rmplc.co.uk/eduweb/sites/sbs777/vital/evolutio.html)
Oxford Üniversitesi”nden evrimci zoolog Mark Ridley ise “Gerçek bir evrimci hiçbir zaman, yaratılışa karşı evrim teorisine dayanak olarak fosil kayıtlarını kullanmamaktadır.” diyerek fosil kayıtlarının evrimciler için ciddi bir sorun olduğunu belirtmiştir. (Who Doubts Evolution?, New Scientist, sayı 90, 25/06/1981, s. 831)
Bir bilim adamının literatürü takip etmesi, araştırması, çağının gerisinde kalmaması gerektiği konusunda Sayın Şengör’e katılıyoruz
Sayın Şengör söz konusu yazısında evrimin bir hurafe olduğunu söyleyen bir profesörü araştırmacı olmamakla ve çağının gerisinde kalmakla itham etmiştir. Ancak Sayın Şengör’ün yazısından çıkan tablo, bu ithamları kendisi ve Sayın Sakınç için de düşünerek değerlendirmesi gerektiği yönündedir. Çünkü Sayın Şengör’ün ve Sayın Sakınç’ın evrim teorisi ile ilgili iddiaları ve delil olarak verdikleri bazı bulgular, bilimsel araştırmalar ve detaylı analizler sonucunda geçersizlikleri ispat edilmiş, spekülatif bilgiler oldukları açıklanmış ve bilim çevrelerince de yalanlanmış konulardır. Bilimsel literatürü yakından takip eden, çağımıza ait gelişmeleri ilgi ile ve tarafsız bir gözle izleyen herhangi biri tarafından kolaylıkla bilinebilecek bilgileri dahi bilmiyor olmaları son derece şaşırtıcıdır.
Evrim teorisi 19 yüzyıla ait bir teoridir ve bu yüzyılın bilimsel seviyesi ile ortaya atılmıştır. Ancak yukarıda verilen bilgilerden de anlaşılacağı gibi aradan geçen 2 yüzyılda bilim alanından çok fazla gelişme ve ilerleme olmuştur. 19. yüzyılda karanlık olan birçok konu aydınlanmış, sayısız yanılgı ortaya çıkmıştır. Sayın Şengör ve Sayın Sakınç’ın sanırız bilimsel literatürü daha yakından takip etmeleri ve bugüne kadar edindikleri bilgileri, bilimin yeni buluşlarınının süzgecinden geçirmeleri gerekmektedir.
Aksi takdirde “evrimi anlamak için yeni keşiflere ne gerek var?”, “fosillere bakınca türleşmeyi de, ara şekilleri de bal gibi görürüz” gibi sloganvari sözlerle evrimi savunmaktan, demagoji ile insanları ikna etmeye çalışmaktan öteye gidemezler.