National Geographic TV’de geçtiğimiz günlerde, “Evrim: Büyük Dönüşümler” ismini taşıyan bir belgesel film yayınlandı. Filmin ağırlıklı bölümünde balinaların kökeni ve sudan karaya geçişleri konularındaki evrimci iddialara yer veriliyor, bu sözde dönüşümlerin hangi aşamalarla ortaya çıkmış olabileceğiyle ilgili yorumlar yapılıyordu. National Geographic TV’nin, balinaların kökeni hakkında önerdiği açıklama oldukça ilgi çekiciydi: Deniz kıyısında leş yiyerek yaşayan köpeklerin, daha iyi yiyecekler bulmak için denizde yaşamaya karar verdikleri, zamanla önkollarının yüzgeçlere dönüştüğü, arka ayaklarını kaybettikleri ve böylece balinaların ortaya çıktığı ileri sürülüyordu. National Geographic bilgisayar canlandırmaları eşliğinde aktardığı bu hayali senaryolarda, farklı beden yapılarına sahip canlıları; örneğin köpekleri balinalara, balıkları kara canlılarına kolayca dönüştürüveriyordu. Oysa bu anlatılanlar tamamen hayal gücüne dayalıdır ve bilimsel bir değeri ve anlamı yoktur. Yapılan çizimler, Darwinist teorinin gerektirdiği ama gerçekliğine dair hiç bir kanıt bulunmayan senaryolardan ibarettir. Bu yazıda, National Geographic TV’de sözü edilen büyük dönüşümlerin gerçekte hiç yaşanmadığını anlatacağız.
Küçüklere Balina Masalları
Balinaların ve genel olarak tüm deniz memelilerinin kökeni evrim teorisi açısından önemli bir sorundur. Evrim teorisinin iddiasına göre suda yaşayan canlılar karaya çıkmış, memeliler karada evrimleşmiştir. Bu durumda deniz memelilerinin varlığı açıklanması zor bir soru ortaya koymaktadır: Memeliler karada evrimleştiyse neden ve nasıl yeniden denize dönmüş olsunlar?
Charles Darwin, teorisi için sorun oluşturan bu sorun hakkında oldukça düşünmüş ancak bir sonuca varamamıştı. Teorisi için çıkmaz oluşturan bu noktada balinalar için kendisini de pek ikna etmeyen bir ata önermek zorunda kalmıştı. Darwin’in balinalara ata olarak önerdiği hayvan ayıydı. “Nehir kenarında balık avlayan canlılar zamanla denize girip balinalara evrimleşmiş olabilir” demişti.
Evrimciler, Darwin’in hayalgücünü takdir etmekle birlikte balinaların bir başka atası olması gerektiği görüşünü taşımaktadırlar. Balinaların atası olarak önerilen son canlı ise, bir köpek türüdür.
National Geographic dergisi balinaların evrimi propagandasında 2001 Kasım sayısında atağa geçmiş ve bu tutarsız iddiayı, göz boyayıcı resimlerle birlikte verdiği 14 sayfalık bir yazı yayımlamıştır. Bu yazının tüm çelişki ve tutarsızlıklarını gösteren kapsamlı bir makaleyle, “balina evrimi” iddiasına sitemizde cevap vermiştik. National Geographic TV”nin ekranlarında yer verdiği balina masalı da, dergideki senaryoların ötesine geçmemekte ve ortaya yeni bir iddia koymamaktadır.
Bu yüzden balina masalıyla ilgili iddiaları geçersiz kılan bilimsel noktaların detayına girmiyor ve okurlarımıza sözkonusu makaleyi tavsiye ediyoruz:
http://www.harunyahya.org/Makaleler/balina_masali.htm
Sudan Karaya Geçişin Açmazları ve Acanthostega yanılgısı
National Geographic TV’de konu edilen sözde evrim dönüşümlerinden biri de sudan karaya geçiş teorisiyle ilgilidir. Bu teori denizlerde evrimle ortaya çıkan balıkların 370 milyon yıl kadar önce karaya çıktığını ileri sürmektedir. Tamamen denizde yaşayabilecek organ ve sistemlere sahip balıkların nasıl olup da karada hayatta kaldıkları, dahası başka türlere dönüşmüş olabilecekleri konusunda hiçbir bilimsel kanıt gösterilmemektedir. National Geographic TV de, Darwinizm’in temel dogmalarından birini bilimsel sorgulamaya tutmak yerine masalsı bir anlatımla geçiştirmektedir.
National Geographic TV’de körü körüne savunulan bu iddianın ne kadar büyük bir yanılgı olduğu, fosil kayıtları değerlendirildiğinde daha da belirginleşmektedir.
Darwin’in iddiasına göre türler ortak bir atadan evrimleşmiş ve bu evrimleşme süreci aşamalarla gerçekleşmiş olmalıdır. Bir türden bir başka türe aşamalı bir evrim yaşanması durumunda iki türün beden yapısı arasında birçok ara form yaşamış olması gerekmektedir. Bu durumun doğal sonucu, jeolojik tabakaların ara form özelliği gösteren sayısız fosille dolu olmasıdır. Ancak fosil kayıtlarında durum bunun tam tersidir. Fosillerin birbirlerinden kesin sınırlarla ayrıldığı ve başlangıçtan beri var olan özelliklerini korudukları görülmektedir. Yeni canlı kategorileri ise fosil kayıtlarında hep aniden belirmektedir.
Evrimci paleontologların dünyanın dört bir yanında sürdürdüğü çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmış ve aranan kayıp halkalar bulunamamıştır. Bu durum evrim diye bir sürecin hiç yaşanmadığını açıkça ortaya koymaktadır. National Geographic TV kanalı ise fosillerin teoriyi soktuğu çıkmazı örtbas etmekte ve sudan karaya geçişi gerçekten yaşanmış bir olay gibi sunmaktadır. Darwinizm’in çöküşünü kabullenmek istemeyen TV kanalı, soyu tükenmiş bir canlı olan Acanthostega’ya sarılmaktadır.
Acanthostega ve hatırlattıkları…
Acanthostega, bir deniz canlısıdır ve solungaçları vardır. Yaşının 360 milyon yıl olduğu tahmin edilmektedir. Cambridge Üniversitesi paleontologu Jenny Clack, bu fosilin bir ele ve bu el üzerinde sekiz adet parmağa sahip olduğunu, dolayısıyla bunun balıklarla tetrapodlar (dört ayaklı kara omurgalıları) arasında bir ara form olduğunu ileri sürmektedir. Evrimciler bu fosilden yola çıkarak, balıkların karaya çıktıktan sonra ayaklar geliştirmek yerine önce ayaklar geliştirip sonra karaya çıktıklarını iddia ederler. Oysa bu iddia tutarsızdır. Öncelikle Clack, bir evrimci olmasına rağmen Acanthostega’nın karaya çıkıp çıkmadığını bilmediğini açıkça belirtmektedir. Denizlerde yaşayan bir canlıyı yüzgeçlerinde sahip olduğu bazı kemiksi yapılar yüzünden sudan karaya geçiş aşamasını gerçekleştiren bir form olarak görmek büyük bir yanılgıdır. Evrimcilerin bu hataya düşmesi, bundan 65 yıl önce yaşanan Colacanth yanılgısını çabuk unuttuklarını göstermektedir.
Evrimciler 1930″ların sonuna kadar Coelecanth’ı bir ara form olarak gösterdiler. 200 milyon yıllık fosilin yüzgeçlerindeki kemiklerin ayaklara dönüştüğü ve karaya çıktığında balığı taşımış olabileceği düşünülüyordu. Oysa 1938 yılında Colacanth’ ın hala yaşamakta olduğunu öğrendiler ve büyük bir şaşkınlık yaşadılar. Madagaskar açıklarında avlanan balıkçıların avladığı Colacanth incelendiğinde 200 milyon yıldır hiçbir değişime uğramadığı görüldü. Ayrıca evrimcilerin fosilde ilkel akciğer olarak yorumladıkları organlar yağ keseleriydi. Üstelik bu tarihten sonra pek çok kez daha Coelacanth yakalandı. Ve Coelacahth“ın bir ara form olduğu iddiası evrimciler tarafından tamamen terk edilmek zorunda kaldı.
C¶lacanth örneğinde de görüldüğü gibi Acanthostega gibi, kemiksi yapılara sahip deniz canlıları, karada yaşayabilecek yapıda olduklarından değil, evrimcilerin önyargıları nedeniyle ara form olarak gösterilmektedir.
Sudan Karaya Geçişin Engelleri
Kara canlıları ile deniz canlıları arasındaki derin fizyolojik farklılıklar şu beş temel kategoride ele alınabilir:
1. Ağırlığın taşınması: Denizlerde yaşayan canlılar kendi ağırlıklarını taşımak gibi bir sorunla karşılaşmazlar. Vücut yapıları da böyle bir işleve yönelik değildir. Oysa karada yaşayanların büyük bir kısmı enerjilerinin % 40″ını vücutlarını taşımak için kullanırlar. Kara yaşamına geçecek bir su canlısının bu enerji ihtiyacını karşılayabilecek yeni kas ve iskelet yapıları geliştirmesi kaçınılmazdır, fakat bu kompleks yapıların rastgele mutasyonlarla oluşması da mümkün değildir.
2. Sıcaklığın korunması: Karada ısı çok çabuk ve çok büyük farklarla değişir. Bir kara canlısının, bu yüksek ısı farklılıklarına uyum sağlayacak bir metabolizması vardır. Oysa denizlerde ısı çok ağır değişir ve bu değişim karadaki kadar büyük farklar arasında olmaz. Denizlerdeki sabit sıcaklığa göre bir vücut sistemine sahip olan bir canlı, karada yaşayabilmek için, karadaki sıcaklık değişimine uyum sağlayacak korunma sistemini kazanmak zorundadır. Balıkların karaya çıkar çıkmaz rastlantısal mutasyonlar sonucunda böyle bir sisteme kavuştuklarını öne sürmek, kuşkusuz son derece saçmadır.
3. Suyun kullanımı: Canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan su, kara ortamında az bulunur. Bu nedenle suyun, hatta nemin ölçülü kullanılması zorunludur. Örneğin deri, su kaybetmeyi ve buharlaşmayı önleyecek şekilde olmalıdır. Canlı susama duygusuna sahip olmalıdır. Oysa suda yaşayan canlıların susama duygusu bulunmaz ve derileri de susuz ortama uygun değildir.
4. Böbrekler: Su canlıları, başta amonyak olmak üzere vücutlarında biriken artık maddeleri, bulundukları ortamda su bol olduğundan hemen süzerek atabilirler. Karada ise suyun minimum düzeyde kullanılması gerekmektedir. Bu nedenle bu canlılar bir böbrek sistemine sahiptirler. Böbrekler sayesinde amonyak, üreye çevrilerek depolanır ve atımında minimum düzeyde su kullanılır. Ayrıca böbreğin çalışmasını mümkün kılan yeni sistemlere ihtiyaç vardır. Kısacası, sudan karaya geçişin gerçekleşmesi için böbreği olmayan canlıların bir anda gelişmiş bir böbrek sistemi edinmesi gerekir.
5. Solunum sistemi: Balıklar suda erimiş halde bulunan oksijeni solungaçlarıyla alırlar. Suyun dışında ise birkaç dakikadan fazla yaşayamazlar. Karada yaşamaları için, bir anda kusursuz bir akciğer sistemi edinmeleri gerekir.
Tüm bu fizyolojik değişikliklerin aynı canlıda tesadüfler sonucu ve aynı anda meydana gelmesi ise elbette imkansızdır.
National Geographic TV, Kambriyen patlamasıyla ilgili gerçekleri belirtmekten kaçınıyor
“Büyük Dönüşümler” belgeselinin başlarında Kambriyen dönemiyle ilgili bir bölüme yer verildi. Bu dönem, Kambriyen dönemi olarak bilinen ve yeryüzünde karmaşık beden yapısına sahip organizmalara ilk kez rastlanıldığı dönemdir. Hayvanların en temel kategorileri “filum”lardır. Ve çok ilginç bir biçimde, yeryüzünde yaşamış filumların tamamına yakını Kambriyen devirde ortaya çıkmıştır. Bu devir öncesinde sadece bir kaç filum varken, fosil kayıtlarında bu dönemde ortaya çıkan filum sayısının 100″e yakın olduğu hesaplanmaktadır. Bu dönemde canlı çeşitliliğinde yaşanan sıçrama o denli fazla olmuştur ki bilim literatüründe bu olaya Kambriyen patlaması ismi verilmiştir. Kambriyen patlaması evrim teorisi için en büyük açmazlardan birini oluşturmaktadır. National Geographic kanalı bu dönemle ilgili gerçekleri belirtmekten kaçınmakta ve üstü kapalı bir anlatım sergilemektedir.
National Geographic TV’nin sakladığı gerçekler ünlü bir evrimci olan Richard Monestarsky tarafından, şöyle ifade edilmektedir:
“Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen Devrin tam başına rastlar ki denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan omurgasız takımları erken Kambriyen devir”de zaten vardır ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar.” (Richard Monestarsky, “Mysteries of the Orient”, Discover, Nisan 1993, s. 40)
Kambriyen patlamasında ortaya çıkan canlılar için evrimcilerin “ata” olarak önerebileceği hiçbir benzer organizma bulunmamaktadır. Kambriyen dönemi canlıları kusursuz yapılarıyla aniden ortaya çıkmışlardır. Elbette bu durum Kambriyen patlamasının kökeninde yaratılış olduğunu göstermektedir.
Kambriyen Dönemi patlamasının evrimi çürüten bir başka yönü de günümüzde var olan filumların bu patlamayla ortaya çıkan filumlara oranla oldukça az olmasıdır. Evrim teorisine göre canlı kategorilerinde zaman içinde bir artış yaşanmış olmalıdır. Oysa fosil kayıtlarında durum bunun tam tersidir. Günümüzde Kambriyen dönemi filumlarının yarısından bile daha az bir kısmı mevcuttur; zaman içinde soyları tükenmiştir.
Darwinizm”in dünya çapındaki en önemli eleştirmenlerinden biri olan Berkeley Üniversitesi profesörü Philip Johnson, paleontolojinin ortaya koyduğu bu gerçeğin, Darwinizm”le olan açık çelişkisini şöyle açıklamaktadır:
“Darwinist teori, canlılığın bir tür “giderek genişleyen bir farklılık üçgeni” içinde geliştiğini öngörür. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk havyan türünden başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte başaşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalır.” (Phillip E. Johnson, “Darwinism”s Rules of Reasoning”, Darwinism: Science or Philosophy, Foundation for Thought and Ethics, 1994, s. 12)
National Geographic ekranlarında yayınlanan belgeselde bu konuda üstü kapalı anlatım kullanılmasının tek nedeni vardır: Bu patlama yeryüzünde hayatın tesadüflerle değil aniden ve kusursuz olarak çıktığını, yani yaratıldığını kesin bir şekilde ortaya koymaktadır.
National Geographic TV’nin DNA yanılgısı
National Geographic TV’de yayınlanan belgeselin son bölümünde, büyük bir bilimsel yanılgı sergilenmekte ve genetik benzerliklerin, sözde evrimsel dönüşümleri açıkladığı ileri sürülmektedir. Farklı türdeki organizmalarda benzer organların benzer genlerle kontrol edildiği anlatılmakta ve evrimin, organizmalar arasında benzerlik gösteren DNA yapılarında küçük oynamalarla yeni türler ortaya koyabildiği ileri sürülmektedir. Ancak bu iddia genetik alanındaki tüm gözlem deneylere aykırıdır: Genler üzerindeki herhangi bir rastlantısal değişimin (mutasyonun), canlıları geliştirdiği, genetik bilgilerini artırdığı hiç görülmemiştir. Bir asırı aşkın süredir bedensel özelliklerin saklandığı ve nesilden nesile aktarıldığı kalıtım mekanizmalarını araştıran bilim adamları DNAnın kompleks bir tasarımı olduğunu ve son derece kontrollü mekanizmalarla yönetildiğini ortaya koyan bulgular elde etmişlerdir. DNA”nın yapısı hakkında yapılacak genel bir değerlendirme bile Darwinistler”in iddialarının hayalgücüyle sınırlı olduğunu, genetik biliminin bu hayallere karıştırılmaması gerektiğini göstermede yeterli olacaktır.
Evrimi Reddeden Molekül: DNA
DNA molekülü kromozomlar halinde özel olarak paketlenmiş yapılarda bulunur. Gözle görülemeyen bir hücrenin çekirdeğinde, toplam 3 m. boyunda incecik sarmal DNA iplikçikleri bulunur. Kromozomlarda içiçe bulunan bu sarmal DNA iplikçikleri ise “genler” dediğimiz parçalara bölünmüştür. Bu paketleme sistemi kapsadığı küçük hacme rağmen muazzam bir bilgi depolama kapasitesine sahiptir. Bir insan hücresinin çekirdeğindeki DNA’da yaklaşık 1.000.000 ansiklopedi sayfasını dolduracak kadar bilgi bulunduğu hesaplanmaktadır.
Bu bilginin işlenmesi de olağanüstü derecede kompleks sistemler sayesinde mümkün olmaktadır. Bir canlının yaşamını sürdürmesinde DNA molekülü üzerinde gerçekleşen işlemler hayati önem taşır. Bu işlemlerin her bir aşaması kontrol edilir. DNA”daki mükemmel sistemin bazı aşamaları şöyledir:
Kodlama: DNA sarmalı üzerinde sıralanan nükleotidler bulunur. Bunlar Adenin, Guanin, Timin ve Citozin olarak 4 çeşittir. Ardarda sıralanmış üçlü nükleotid sıralarına ‘kodon’ ismi verilmektedir. A, T, G, C ile gösterilen nükleotidler birer harf gibi düşünülecek olursa kodonlar da kelimelerdir. (AAT, CAG, TCC vs.)
Bulma: Her hücrenin çekirdeğinde o canlının tüm fiziksel ve biyokimyasal yapılarını tarif eden bilgi hazır olarak bulunur. Ancak farklı dokulardaki hücreler için, çoğu zaman bu bilgi içinden sadece kendi görevleriyle ilgili olan kısım gerekli olacaktır. Bu yüzden beden planıyla ilgili tüm detayları kapsayan devasa bilgi bankası içinden gerekli bilginin özel olarak bulunması gerekir. Bunu da enzimler yapar: Enzimler DNA sarmalının karşılıklı iki iplikçiği arasında uzanan basamakları fermuar gibi açar ve belli bir noktada durur. Fermuarın açılmaya başladığı ve durulan noktalar, gerekli olan bilginin sınırlarıdır. Enzimler, büyük bir kütüphanenin rafları arasında araştırma yapmış ve istedikleri kitabı doğru raftan çıkarmış gibidirler. Bu tam bir mucizedir çünkü enzimler hiçbir şuura sahip olmayan atomlardan meydana gelen moleküllerdir.
Okuma: Gerekli DNA bölümü bulunduktan sonra bu bölüme tutunan özel enzimler, nükleotidleri üçer üçer okumaya başlar. Bu nükleotidlerin üçerli gruplar halinde okunması özel bir harekettir. Çünkü bilgi üçerli nükleotid dizileri halinde kodlanmıştır. Okuma işlemini gerçekleştiren enzim, bitişik milyonlarca nükleotidi üçerli şekilde ayırır. Bu ayırma işlemi ise 1 saniyeden az bir süre alır.
Tercüme: DNA üzerinde 4 çeşit nükleotid bulunur. Ancak organizmanın faaliyetlerinde ve gelişiminde kullanılacak proteinler, nükleotidlerden değil aminoasitlerden meydana gelir. Canlılarda 20 çeşit aminoasit bulunur. Kısacası DNA”nın dili 4 harflidir ancak proteinlerin dili 20 harflidir. Üstelik bu harfler birbirinden farklıdır. Ama şaşırtıcı bir “tercüme” gerçekleşir: DNA üzerindeki kodonları okuyan enzimler, okudukları kodonda aminoasit bulunmamasına rağmen bu kodonun bir aminoasit ifade ettiğini “anlar”lar. DNA’daki nükleotidin dili, proteindeki aminoasit diline tercüme edilir. Şuursuz enzimlerde bu defa bir başka mucize ortaya çıkmaktadır.
Onarım: Bedenin gelişiminde hücre çoğalması hayati önem taşır. Bu çoğalma sırasında, bölünen hücredeki DNA kopyalanarak yeni hücrede aynen üretilmiş olur. Bu kopyalama sırasında 3.1 milyar nükleotidin aynı sırayla kopyalanması gerekir. Bir gen üzerindeki nükleotidlerin bir tanesinin bile eksilmesi durumunda yeni nükleotid sırasında kodonlar altüst olacak, sonuçta bambaşka proteinler sentezlenecek bu da organizmanın ölmesine neden olacaktır. (Aradan eksilen nükleotidle birlikte üçlü üçlü okunan tüm kodonlar değişecektir). Hücrelerde bu eksiklikleri (yani mutasyonları) kontrol edip tamir eden bir sistem bulunur. Orijinal nükleotid dizilimiyle kopyalanmış nükleotid dizilimi kontrol edilir ve hatalar orijinale uygun şekilde onarılır. İnsan vücudunun her bir hücresinde günde 20.000 kez onarım işlemi gerçekleşir.
DNA’daki bu karmaşık tasarım ve sistemler, National Geographic TV’de ortaya atılan genetik dönüşüm iddialarını “gülünç” kılmaktadır. DNA’da meydana gelecek rastgele değişimler, yani mutasyonlar, bir canlının hassas genetik şifresini bozarak canlının anormal organlar geliştirmesine yol açacaktır. National Geographic ekranlarında da gösterildiği gibi, radyasyona ve zehire maruz bırakılmış embriyoların tamamı anormal doğmuştur. Yüz yılı aşkın süredir yapılan mutasyon deneylerinin hiçbirinde organizmaların DNA’sına bilgi eklendiği görülmemiştir. Bu gerçek, organizmaların rastlantısal mutasyonlarla basitten komplekse doğru evrimleştiğini iddia eden evrim teorisini geçersizliğini ortaya koyar.
Bilimsel kanıtların ötesinde, bu gerçeği günlük yaşamdaki deneyimlerimizle de kıyaslayarak anlayabiliriz: Kompleks tasarımlarda meydana gelecek rastgele değişimler onları başka kompleks tasarımlara dönüştürmez. Örneğin bir jet uçağının elektronik devrelerinden sökülecek bir çip, o uçağı helikoptere dönüştürmez.
Kısacası DNA”nın kompleks yapısı, evrim teorisinin önünde büyük bir engeldir. National Geographic TV’de DNA’nın sözde evrimi kolaylaştıran yapıda olduğu iddiası, bilimsel gerçeklere değil Darwinist önyargılara dayanmaktadır.
National Geographic TV’den Aynı Eski Senaryolar
Programın en son bölümünde insanın şempanzelerle ortak bir atadan evrimleştiği iddiasına yer verilmektedir. Evrimci paleontolog Donald Johanson’ın anlatımına başvurulan bölümde, belgeselin başlarında ortaya konan örtbas ve çarpıtma yöntemleri bir kez daha dikkat çekmektedir.
Öncelikle son dönemlerde yapılan ve teoriyi karmaşaya sürükleyen fosil bulgularından hiç söz edilmemektedir. Paleontoloji dünyasında geniş tartışmalara yol açan ve evrim senaryolarına etkisi nükleer bombaya benzetilen Sahelanthropus tchadensis isimli fosile, bilim ve keşif kanalı olma iddiasındaki National Geographic TV’nin yer vermemesi, bir kez daha Darwinizm’e bağlılığını açığa çıkarmaktadır. Bu bölümde göz ardı edilen bir durum da şempanze ile insan arasındaki genetik akrabalık senaryosuyla ilgili olmuştur. İki canlı arasındaki genetik farklılığın üç misli fazla olduğunu ortaya koyan araştırma gözardı edilerek eski genetik akrabalık masalları anlatılmaktadır.
Sonuç : Türler Arasında Dönüşüm Yoktur
Türler arasında hiçbir dönüşüm yaşanmamıştır. Türler ayrı ayrı, kendi genetik şifreleriyle yaratılmıştır. Günümüze ulaşan türler hiçbir değişime uğramamıştır. Kambriyen patlaması ve DNA’nın yapısı bu yaratılışın kesin delilleridir. National Geographic TV’nin desteklediği sudan karaya geçiş ve balina masalları birer safsatadan ibarettir. Modern bilimin bulgularına rağmen bu tür safsataları destekleyen TV kanalı, bir zamanlar dünyanın düz olduğuna inananların bilimsel gerçekler ortaya çıkınca gösterdikleri davranışı ortaya koymalıdır: Hurafeleri terk etmelidir.