Bilim ve Teknik dergisinin Mart 2003 sayısında “İlk Sentetik Canlı” başlığını taşıyan kısa bir yazı yayınlandı. Science dergisinde yayınlanan bir haberin tercümesi olan yazıda Peter Schultz’un Escherichia coli bakterisi üzerinde yaptığı deneyler haber veriliyordu. Dergi, bu deneyin sözde ‘evrimin kavranması açısından çok önemli’ olduğu şeklinde bir ifadede bulunuyordu. Bu ifadenin neden yanlış olduğunu, neden ortada evrim teorisi lehinde bir kanıt olmadığını aşağıda açıklayacağız.
Öncelikle Bilim ve Teknik’deki deneyin iyi anlaşılması açısından Peter Schultz’un araştırmasının arka planını incelemek faydalı olacaktır. The Scripps Research Institute isimli araştırma kuruluşunda kimya profesörü olarak görev yapan Peter Schultz, 2001 yılında öğrencisi Lei Wang ile birlikte Science dergisinde yayınladıkları ve “Eschericia coli’nin Genetik Kodunu Genişletmek” başlığını taşıyan bir makalede, söz konusu bakterinin genetik koduna suni yollarla bir aminoasit eklediğini duyurmuştu.
Bilindiği gibi canlı türlerinde 20 amino asit sentezlenmektedir. Bu sentezlenme DNA sayesinde olur. DNAdaki bilginin ifade edilmesi sırasında, genler üzerinde yer alan ve ardarda dizili bulunan A, T, G ve C nükleotidleri üçerli gruplar (kodonlar) halinde okunurlar. Bu kodonların özelliği, hücre faaliyetlerinde kullanılacak proteinleri oluşturmada belli aminoasitleri kodlayarak proteinin üretim planını belirlemeleridir. Yani her bir kodon belli bir aminoasitin karşılığıdır. Protein sentezi sırasında bu kodonlar okunarak karşılıkları olan aminoasitler, taşıyıcı RNA(tRNA) ismi verilen moleküller tarafından birer birer ortama getirilir. Daha sonra bu aminoasitler proteini oluşturan zincire eklenir. Kodonların bir görevi de ‘dur’ mesajı taşımalarıdır. Protein sentezi sırasında her bir kodon için aminoasit getirildiği halde ‘durdurucu’ kodonlarla karşılaşıldığında proteinin artık tamamlandığı, aminoasit getirme işleminin kesilmesi gerektiği anlaşılır. Bunlar bir açıdan nokta işareti gibi görev yapar diyebiliriz. Durdurucu kodonlardan biri de UAG kodonudur. Schultz, UAG kodonunun durdurucu rolünü değiştirmiş ve bu kodonla karşılaşıldığında protein sentezinin, durmak yerine zincire 21. aminoasiti (canlılarda normalde bulunmayan ‘p-aminofenilalanin’ isimli aminoasit) eklemesini sağlamıştır. Uyguladığı gen mühendisliği tekniği sonucunda E.coli bakterisinin protein sentezi UAG kodonunda durmak yerine doğal olmayan bir aminoasit üretir hale gelmiştir.
Kısacası, Bilim ve Teknik’te konu edinilen deney, hücredeki genetik şifre üzerinde bir tür “ameliyat” yapılmasından ibarettir. Bunun evrim teorisine kanıt oluşturduğunu sanmak ise çok büyük bir yanılgı olur. Çünkü burada hücreye bilinçli ve oldukça da hassas bir müdahale söz konusudur. Evrim teorisi ise hayatın kendiliğinden cansız maddelerden başladığını ve bunun yine tesadüfi mutasyonlarla devam ettiğini iddia eder. Bu iddiaya göre günümüzde yaşayan milyonlarca canlı türünün evrim teorisine göre kökeni aynıdır: Tesadüf. Evrimciler en kompleks yapıların bile, örneğin hücrenin de tesadüflerle ortaya çıktığını kabul eder. Onlara göre bu tesadüfi süreçte kimyasal reaksiyonlara müdahale ederek onları yönlendirecek bilgi sahibi bir güç yoktur.
Schultz ise bir kimya profesörü olarak, hücrenin işleyişi hakkında bilgi sahibi olan ve onu deneyinde belli bir amaç doğrultusunda yönlendiren, ‘bilinçli bir düzenleyici’ konumundadır. Deneyin tüm aşamaları da kendisinin bilinçli planlamasının ardından yaptığı bilinçli müdahelenin eseridir. Gen mühendisliği olarak bilinen bu tür çalışmalar özel laboratuvarlar, teknolojik aletler ve uzman kişilerin müdahelesi altında tamamen ‘tasarlanmış’ olan, yapay ortamlarda gerçekleşir. Bu yüzden bu deneylerin hiçi biri, herşeyin tesadüfen doğada gerçekleştiğini öne süren evrim teorisi lehinde bir kanıt olarak yorumlanamaz. Gen mühendisleri hücreleri geliştirebilir, onlara genetik bilgi ekleyebilir, hatta yeni hücreler bile üretebilirler. Hepsi bilinçli bir müdahale olan bu çalışmaların hiç biri, canlılığın bilinçli bir müdahale olmadan, rastlantılarla doğup geliştiğini öne süren evrim teorisine bir delil sağlamaz.
Diğer yandan Schultz’un deneyi hücredeki karmaşık işlemler gözönüne alındığında göreceli olarak çok küçük bir değişimle sınırlıdır: Hücrede aminoasit üretecek genetik kod zaten bulunmaktadır. Bunları okuyup proteine dönüştürecek mesajcı ve transfer RNAlar, enzimlerin, ribozomların vs. tümü ortamda hazır bulunmaktadır. Bir benzetme yapacak olursak Schultz zaten mükemmel çalışan bir makinaya, üretmeye programladığı 20 çeşit ürünün yanına bir 21. sini ürettirmek başarısını göstermiştir. Kaldı ki başarısı bundan daha büyük olsa, hatta cansız maddeden hücre yapabilme başarısını gösterse bile yukarıda da da belirttiğimiz gibi bu durum evrime kanıt oluşturmaz.
Bilim ve Teknik dergisindeki bir diğer yanıltıcı yorum “Yalnızca doğal olmayan bir yapı taşını kullanma becerisi değil, o yapıtaşını üretme becerisini de kazanmış bir canlının bundan sonra nasıl evrimleşeceği gözlenebilecek” ifadesidir. Bu ifadeden sanki bakteri bu yeteneği kendi kazanmış gibi bir anlam çıkmaktadır. Oysa bu yetenek suni olarak, bilinçli müdahalelerle ona ‘eklenmiştir’. Eğer bu bakteri diğer bakterilere göre daha dayanıklı çıkarsa bu durum yine evrime değil bilinçli tasarıma kanıt olur. Çünkü bakterinin bu dayanıklılığı rastlantısal mutasyonlarla değil gen mühendisliğiyle elde edilmiş olacaktır.
Bilim ve Teknik dergisinin bu deneyi ‘evrimi kavrama açısından önemli’ olarak nitelendirmesi de yine isabetsiz bir nitelemedir. Çünkü bu deney gerçekte ‘evrim teorisinin geçersizliğini kavrama açısından’ önemli bir deneydir. Deneyde konu olan aminoasit sentezi. ortaya koyduğu indirgenemez kompleks yapıyla, evrim teorisini çökertmektedir. Evrim teorisinin bu konuda içinde bulunduğu çıkmazla ilgili olarak, ünlü bilim felsefecisi Sir Karl Popper şunları ifade etmektedir:
Hayatın kökenini ve genetik kodu rahatsız edici bir bilmece haline getiren şey şudur: Genetik kod, tercüme edilmedikçe, yani yapıları kodda depolanmış olan proteinlerin senteziyle sonuçlanmadıkça, hiçbir fonksiyona sahip olmayacaktır. Ancak… hücrenin (en azından bizim bilebildiğimiz ilkel-olmayan hücrenin) kodu tercüme etmede kullandığı mekanizmalar hepsi zaten DNAda kodlu bulunan en az elli makromoleküler bileşenden meydana gelmektedir. Yani kod, kendi tercümesinin ürünü olan belli ürünler kullanılmadan tercüme edilememektedir. Bu durum genetik kodun başlangıcı hakkında bir model veya teori oluşturmada herhangi bir girişim için bilmeceli bir döngü, gerçekten de kısır bir döngü ortaya çıkarmaktadır.
Bu, şu anlama gelmektedir: DNA ve proteinler ilk andan itibaren var olmalıdır, yoksa hayat mümkün olmayacaktır. Bunların rastlantısal olarak aynı anda ortaya çıktıklarını iddia etmek ise, tek kelimeyle akla aykırıdır.
Evrimcilerin bu kısıtlama yüzünden sarıldıkları RNA dünyası tezi de onları hayatın kökeni alanındaki çıkmazdan kurtarmamaktadır. 1986 yılında Harvard”lı kimyacı Walter Gilbert tarafından ortaya atılan bu senaryoya göre, bundan milyarlarca yıl önce, her nasılsa kendi kendisini kopyalayabilen bir RNA molekülü tesadüfen kendiliğinden oluşmuştu. Sonra bu RNA molekülü çevre şartlarının etkisiyle birdenbire proteinler üretmeye başlamıştı. Daha sonra bilgileri ikinci bir molekülde saklamak ihtiyacı doğmuş ve her nasılsa DNA molekülü ortaya çıkmıştı. Bu tezin sıraladığı aşamalar adeta bir ‘imkansızlar zinciri’ oluşturuyor hiçbir bilimsel kanıtla desteklenmiyordu.
Deneysel kanıtlarla geçersizliği ispatlanan bu tez hakkında RNA dünyası modellerine katkılarıyla tanınan Gerald Joyce isimli araştırmacı şu itirafta bulunmaktadır:
En makul açıklama hayatın RNA dünyasıyla başlamadığıdır… RNA dünyasına geçiş, hayatın kökenine dair genel tezler gibi, belirsizlikle doludur ve deneysel veri eksikliğinden yana oldukça sıkıntılıdır.
Tüm bunlar göstermektedir ki DNA, RNA, proteinler ve elbette hücre zarı kusursuz olarak bir arada bulunmalıdır. Yani hücrenin tesadüfen oluşması imkansızdır.
Görüldüğü gibi Bilim ve Teknik’de sözü edilen deneyin evrimle bağdaştırılmasının hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Evrimcilerin bu tür spekülasyonların ardında sadece, ‘hayatın tesadüflerle başlamış olması gerektiği’ dogması yatar. Bu dogmayı körükörüne savunan materyalistler hücrenin kökeni konusunun teoriye en büyük darbeyi vurduğunu ve hücrenin kompleks yapısının ancak bilinçli yaratılışla açıklanabilir olduğunu tamamen gözardı etmektedirler. Bilim ve Teknik”in aynı dogmatizme düşmemesini ve hayatın kökenini tarafsız bir yaklaşımla değerlendirmesini diliyoruz. O zaman dergi editörleri de göreceklerdir ki, hayatın kökenine “bilinçli tasarım”dan, yani yaratılıştan başka getirilebilecek bir açıklama yoktur.