Milliyet yazarlarından Ece Temelkuran, 11 Ağustos 2003 tarihli ve “Felsefe arası nikâh” başlıklı yazısında şöyle yazıyordu:
“Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı Prof. Ionna Kuçuradi”nin o her zamanki bilge gülümsemesi dün bütün gazetelerdeydi… Hayatı boyunca soru sorarak ve düşünerek yaşamanın insanı nasıl alçakgönüllü bir sükunete çağırdığını da onun yüzünde görmüştüm. İnsanın kafasında binlerce tartışmayla yaşaması zor gelebilir kimilerine. Bu yüzden “inanmak”, “boyun eğmek”, “isyan etmemek”, “kabullenmek” daha konforlu gibi görünebilir. Evlenmek, çoluk çocuğa karışmak, “Ben kimim?” diye sormadan sana kim olduğun söyleniyorsa o olmak daha tercih edilebilir olabilir kimilerince. Ama Reyyan Hanım”ın yüzündeki tartışmasız inanç müthiş yorucu geliyor benim gibilere… Felsefe soru sorar ve cevap arar. Din, sizden çok önce verilmiş cevaplara teslim olmanızı bekler. Kimileri soru sorarak debelenmeyi seçer. Kimilerinin ise yüzünde o tuhaf gülümseme vardır; hiç soru sormadan, hiç yorulmadan cevapları edinmiş olmanın, öyle sanmanın gülümsemesi. Rahattır, çok rahattır…”
Bu satırlarda, din ve felfesenin farkı hakkında önemli bir yanılgı ortaya çıkmaktadır. Sadece Ece Temelkuran”a has olmayan, oldukça sık rastlananan ve bir kaç ayrı aşamadan oluşan bu yanılgıyı şöyle açıklalayabiliriz:
1) Ece Temelkuran, insanın “ben kimim” sorusu üzerinde düşünmeyişinin insanları din ahlakına yönelttiğini sanmaktadır. Ona göre bu soru üzerinde düşünmemek insanı dine yöneltir, düşünmek ise felsefeye…
Bu yanılgının nedeni dindarlığın “gelenekçilik” ile karıştırılmasıdır. “Ben kimim, neden yaşıyorum, doğru nedir” gibi temel sorular üzerinde düşünmeyen insanlar, bu soruların cevaplarını kendisini yetiştiren toplumun geleneklerinden alır. Kişinin benimsediği değerler toplumun sahip olduğu geleneklere göre şekillenir. Bu insanların her zaman din ahlakına yöneldikleri anlamına gelmez. Örneğin eğer toplum din ahlakından uzak, hatta ateist bir toplumsa, kişi bu geleneği benimser. Sovyet toplumunda yetişen pek çok insan da “ben kimim, neden yaşıyorum, doğru nedir” gibi temel sorular üzerinde hiç düşünmemiş, hiç sorgulamadan, kendisine Komünist Parti tarafından öğretilen doktrinleri — daha doğrusu yanılgıları — kabul etmiştir.
Dolayısıyla, “sorgulamadan kabul etmek, sorgulamadan inanmak”, din ahlakı ile ilgili bir düşünce değildir.
2) Aslında, “sorgulamadan kabul etmek, sorgulamadan inanmak”, doğrudan İlahi dinlere, özellikle de İslam”a aykırı bir düşünce biçimidir. Çünkü İlahi dinler ve özellikle İslam, insanın tam da “ben kimim, nasıl var oldum, var oluşumun amacı nedir” gibi sorular üzerinde düşünmesini gerektirir. Allah Kuran’ın pek çok ayetinde insanlara düşünmeyi emretmiştir. Bu ayetlerden birkaçı şöyledir:
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah”ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.” (Al-i İmran Suresi, 191)
“… Böylece Allah, size ayetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz;…” (Bakara Suresi, 219)
“… İşte Allah size ayetleri böyle açıklar, ki düşünesiniz.” (Bakara Suresi, 266)
“… Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.” (Rad Suresi, 3)
“(Onları) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da zikri (Kur”an”ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye.” (Nahl Suresi, 44)
İnsan bu sorular üzerinde düşünürse, kendisinin “yaratılmış” olduğunu anlayacak ve sonra da Yaratıcı”nın kendisini ne amaçla var ettiğini öğrenmeye çalışacaktır. Eğer bu sorular üzerinde düşünmezse, asıl o zaman, Ece Temelkuran”ın ifade ettiği gibi, “Evlenmek, çoluk çocuğa karışmak, “Ben kimim” diye sormadan sana kim olduğun söyleniyorsa o olmak daha tercih edilebilir” hale gelir.
3) Üstteki iki gerçek, bizi şu sonuca götürür: Bir kısım batıl inanışların ve hurafelerin karıştığı toplumsal gelenekleri sorgulamadan kabullenmek, din ahlakında da yeri olmayan bir anlayıştır. Aslında “ben kimim” sorusu üzerinde düşünmek, din ahlakının temellerinden biridir.
Tabi ki aynı soru felsefenin de başlangıç noktasıdır.
Ancak bu başlangıç noktasından sonra, çok büyük bir fark ortaya çıkar: Din ahlakı, insanın “ben kimim” gibi temel sorulara cevap ararken, kendisini yaratmış olan Allah”tan gelen bir yol göstericiye uymasını gerektirir. Felsefe ise, insanı sadece kendi aklıyla veya diğer insanların aklını referans alarak cevap arama yanılgısına sürükler.
Sanırız Ece Temelkuran özellikle bu noktayı “inanmak”, “boyun eğmek”, “isyan etmemek”, “kabullenmek” olarak yorumlamakta ve bu saydıklarını kendince olumsuz bir tutum olarak görmektedir.
Oysa yanılmaktadır.
Sayın Temelkuran ve kendisi gibi düşünen kimselerin yanılgısının temelinde, insanın dünyaya rastlantısal olarak geldiği ve dolayısıyla bir “yol göstericiye” uymasının gerekli olmadığı gibi batıl bir inanış vardır. Oysa insan bu dünyaya rastlantısal olarak gelmemiştir. Hem evren, hem de diğer canlılarla birlikte insanoğlu, yaratılmıştır. (Buna karşı çıkan materyalist teorilerin nasıl çürütüldüğünü görmek isteyenler, bunu sitemizde ve Harun Yahya“nın eserlerinde ayrıntılarıyla görebilirler.) Yaratılmış olan insanoğlunun, kendisini yaratmış olan Allah”tan gelen bilgiye inanması ve o bilgiye göre yaşamasından daha “akılcı” bir şey olamaz.
Eğer insan “ben, beni Yaratan”dan gelen bilgiye göre değil, kendi aklımla doğruyu arayacağım” derse, yanılmış olur. Çünkü insanın aklının sınırları vardır. Ayrıca her insan acizdir ve pek çok etkenden olumsuz yönde etkilenebilir. Duyguları, tecrübeleri, yaşadığı çevre, etrafındaki insanlar kendisini hemen etkileyebilir. Bu nedenle de birçok insan için doğru ve yanlış farklı olabilir. Kiminin çok doğru bulduğu bir fikir kimine çok yanlış gelebilir. Tarihte bunun pekçok örneği yaşanmıştır; örneğin geçtiğimiz yüzyıl başlarında komünist ideoloji bazı ülkelerde mutlak doğru kabul edilmiş ve bunun sonucu olarak da milyonlarca insan büyük bir felakate sürüklenmiştir. (Detaylı bilgi için bkz. Komünizm Pusuda, Harun Yahya, Araştırma Yayıncılık) Tarih buna benzer sayısız örnekle doludur. Bu nedenle insanın kendi doğru zannettiklerine değil, kendisini yaratan sonsuz kudret sahibi Allah’ın bildirdiği mutlak doğrulara uyması gerekir.
4) Son ve çok önemli bir noktaya gelmiş bulunuyoruz.
Sayın Temelkuran ve “felsefe”nin dine göre tercih edilebilir olduğuna inanan daha pek çokları, tüm bunlara rağmen yine de yanılgılarını şöyle devam ettirebilirler: “Ne olursa olsun, ben kendi aklımla düşünecek ve doğruyu aracağım.” Ve dahası, bu tavrı kendilerince sözde bir erdem olarak görebilirler.
Bu da büyük bir yanılgıdır ve altında da insanoğlunu yanıltan en tehlikeli dürtü yatar: Kibir. Kendini, olduğundan daha büyük, önemli, akıllı zannetme yanılgısı. Kibir insanın yargı yeteneğini olumsuz yönde etkiler. Tüm dünyaya “ben merkezli” bakmasına yol açar. Kendisine doğrunun öğretilmesini kabul etmez, kendi doğrusunu kendisinin çizmesini telkin eder. Kibir, en büyük “saptırıcı”lardan biridir.
Din ahlakına inanan insan, “kibir”den de kurtulduğu için, felsefeye inanan insanın daha da ilerisine gider. Felsefeye inanan insan, “yol gösterici”yi kabul etmediği için yaşamı boyunca cevap arar, ama bulamaz. Cevabı bulmak için, akılcılığın yanı sıra, bu akılcılığı perdeleyen kibirden kurtulmak da gerekmektedir çünkü.
Allah Kuran”da, insanın kendini “müstağni” yani yeterli, eksiksiz ve kusursuz gördüğü için doğru yola uymadığını bildirmiştir.
“Yaratan Rabbin adıyla oku.
O, insanı bir alak”tan yarattı.
Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir;
Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir.
İnsana bilmediğini öğretti.
Hayır; gerçekten insan, azar.
Kendini müstağni gördüğünden.” (Alak Suresi, 1-7)
Dolayısıyla doğruyu ve gerçek cevabı arayan insanın öncelikle kibirden kurtulması gerekir.
Ece Temelkuran”ın da, hayatın anlamı, din ahlakı ve felsefe konularını, burada anlatılan gerçekler ışığında yeniden değerlendirmesini umuyoruz.