National Geographic dergisinin Ocak 2002 sayısının kapak konularından biri, “Köpeklerin Evrimi: Kurttan Kuçuya” başlıklı bir makaleydi. Makale, National Geographic’in yüzeysel ve tabloid evrim propagandası haberlerinin bir yeni örneği niteliğindeydi. İçinde “köpeklerin evrimi” iddiasını destekleyecek somut bir bilimsel bulgu yer almıyordu.
Aslında haberin içeriği, daha ziyade; Eski Mısır’da mumyalanan köpekler, Sovyetler Birliği’nin 1950 ve 60’lı yıllarda uzaya gönderdiği “kozmonot” köpekler, hatta Sony firması tarafından üretilen “Aibo” isimli robot köpek gibi magazinsel konulardan oluşuyordu. Ama National Geographic, bu magazinsel bilgileri bazı hayali illüstrasyonlar ve “köpeklerin kökeni”ne dair yine hayali bir evrim şemasıyla süsleyerek sanki ortada “köpeklerin evrimi” tezi varmış gibi bir tablo çiziyordu.
Gerçekte evrim teorisinin diğer iddiaları gibi “köpeklerin evrimi” iddiası da spekülasyon ve önyargılı yorumlardan ibaret bir senaryodur. National Geographic’in haberine bakıldığında da bu durum açıkça görülmektedir. Dergi, “köpeklerin evrimi” senaryosuna dayanak bulabilmek için iki çarpıtma yöntemi izlemiştir:
-
Varyasyonların sözde “Makroevrim”e delil gibi gösterilmesi
-
Soyu tükenmiş bazı dört ayaklı memelilerin, bu yönde bir kanıt olmamasına rağmen, köpeklerin atası olarak tasvir edilmesi
Şimdi bu yöntemlerin yanlışlığını birlikte inceleyelim.
Çeşitlenme ve “Makroevrim” Farkı
Evrim teorisi konusunda insanların içine düştükleri yanılgılardan biri, herhangi bir canlı türü içindeki çeşitlenmenin, tüm canlıların tek bir ortak atadan geldiklerini öne süren Darwin’in evrim teorisine delil olduğunu sanmalarıdır. Oysa söz konusu iki kavram birbirinden çok farklıdır. Nitekim bu nedenle evrimci biyologlar da her iki kavramı “mikroevrim” ve “makroevrim” olarak birbirlerinden ayırırlar.
Bu kavramların manasını anlamak için genel bir genetik bilgisi edinmek gerekir: Her canlı türünün kendine has bir “gen havuzu” vardır. Gen havuzu, o türe ait tüm bireylerin genetik özelliklerinin toplamından oluşur. Örneğin insanların gen havuzunda, bizim yeryüzünde gördüğümüz farklı insan ırklarının, farklı fiziksel yapıların hepsinin birden toplamı vardır. Zenciler, sarı derili insanlar, çekik gözlüler veya eskimolar… Bütün bunlar insanlara ait gen havuzunun içindeki özelliklerdir. Bu nedenledir ki doğan her insan bu özelliklerin herhangi birine sahip olarak doğabilir, tabi ki anne, babasına ve sülalesine göre.
Ama insanın gen havuzu içinde solungaç, gaga ya da kanat genleri yoktur. Dolayısıyla hiçbir insan solungaçlı, gagalı ya da kanatlı olarak doğmaz. Derisi yeşil renkte veya sırtı kabuklu olarak da doğmaz. Çünkü insanoğlunun gen havuzu içinde böyle bir yapıyı oluşturacak bir gen yoktur. Tüm fiziksel özelliklerimiz, insan gen havuzu ile sınırlıdır.
İşte bu sınırlı havuz içinde, özellikle kendi içine kapalı popülasyonlarda, uzun zaman içinde bazı özellikler baskın çıkar ve böylece “çeşitlenme” meydana gelir. Örneğin Uzakdoğulu ırklarda çekik gözlülük geni baskın çıkmıştır. Pigmelerde kısa boy, Kafkasya kökenli ırklarda beyaz ten veya Afrika’daki ırklarda koyu tenin baskın çıkması da buna benzer örneklerdir.
Ancak burada çok önemli bir püf nokta vardır: Söz konusu çeşitlenme, “evrim teorisi” dendiğinde kast edilen iddiayla ilgili değildir. Çünkü evrim teorisi, tüm farklı canlı türlerinin tek bir atadan geldiğini iddia eder. Yani evrim teorisine göre doğada “sınırsız değişim” olmalıdır. Oysa genetik çeşitlenme, mevcut bir türün gen havuzu ile sınırlıdır.
Darwin’in en büyük yanılgılarından biri, bu sınırın varlığını kabul etmemesiydi. Türlerin Kökeni adlı kitabında pek çok genetik çeşitlenme örneği vermiş ve bunların teorisine delil sağladığını ileri sürmüştü. Oysa 20. yüzyıl boyunca yürütülen genetik araştırmalar Darwin’in yanıldığını ortaya çıkardı. Bugün bu gerçek, konuyu önyargısız olarak inceleyen evrimci biyologlar tarafından da kabul edilmektedir. Bu biyologlar, tür içi çeşitlenme için “mikroevrim”, Darwin’in teorisi için de “makroevrim” terimlerini kullanmakta ve birincinin ikinciye delil sağlamadığını belirtmektedirler. Örneğin Gilbert, Opitz ve Raff, Developmental Biology dergisinde yayınlanan 1996 tarihli bir makalelerinde bu konuyu şöyle açıklarlar:
Modern sentez (neo-Darwinist teori) önemli bir başarıdır. Ancak, 1970″lerden başlayarak, çok sayıda biyolog bunun açıklayıcı gücünü sorgulamaya başlamıştır. Genetik bilimi, mikroevrimi açıklamak için yeterli bir araç olabilir, ama genetik bilgi üzerindeki mikroevrimsel değişiklikler, bir sürüngeni bir memeliye çevirebilecek ya da bir balığı amfibiyene dönüştürecek türden değildir. Mikroevrim, sadece uygunların hayatta kalması kavramına yardımcı olabilir, uygunların oluşumunu açıklayamaz. Goodwin”in 1995″te belirttiği gibi, “türlerin kökeni, yani Darwin”in problemi, çözümsüz kalmaya devam etmektedir.” (1)
Gen havuzuna yeni bir bilgi ekleyebilecek yani teorik düzeyde de olsa “Darwin’in problemine” ışık tutabilecek yegane mekanizma, mutasyonlardır. Çünkü mutasyonlar canlıların genlerinde radikal değişikliklere neden olabilir, ve dolayısıyla gen havuzuna ilaveler yapabilirler. Ancak Darwinizm bu konuda da çok büyük bir çıkmaz içindedir: Çünkü bilinen tüm mutasyonlar ya etkisiz ya da zararlıdır. Canlılara genetik bilgi ekleyen tek bir mutasyon bile gözlemlenememiştir. Yani Darwin’in problemi kesinlikle “çözümsüz”dür.
Bu bilgilerin sonucunda varacağımız özet ise şudur: Bir canlı türünün genetik havuzu içinde kalan çeşitlenmeler (her ne kadar fiziksel görünüm olarak büyük çaplı olsalar bile) “evrim” anlamına gelmezler ve dolayısıyla evrim teorisine kanıt sağlamazlar.
Köpeklerin Hayali Evrimi
Bu gerçeğin ışında National Geographic’in “Köpeklerin Evrimi” hikayesine baktığımızda ise çarpıcı bir sonuçla karşılaşırız. National Geographic’in tek yaptığı şey, tür içi çeşitlenmeyi “evrim” gibi göstermektir. Makalede, hepsi Canis cinsine (genusuna) ait olan köpeklerin ve kurtların çeşitlenmelerinden uzun uzadıya söz edilmiş ve bu çeşitlenme bir evrim hikayesi gibi anlatılmıştır. Oysa tüm bu çeşitlenme, gen havuzu sınırları içinde kalmaktadır. Nitekim bu gerçek National Geographic tarafından şöyle kabul edilmektedir: “Moleküler düzeydeyse değişen bir şey yok: Kurtlarla köpeklerin DNA yapısı neredeyse aynı.” (2)
DNA yapısında bir değişiklik olmadığına göre, ortada bir evrim de yok demektir! Dolayısıyla National Geographic’in “Köpeklerin Evrimi” haberi, yanıltıcı bir propagandadan başka bir şey değildir.
Bunun yanında derginin yazısında Hesperocyoninae ve Borophoginae gibi bazı soyu tükenmiş memeli kategorilerinden de söz edilmiş ve bunlar köpeklerin (Canidae) atası olarak gösterilmiştir. Ancak National Geographic’in daha önce balinaların kökeni konusunda yaptığı gibi, bu da bilimsel kanıtlardan tamamen yoksun olan bir spekülasyondan, bir tür tahminden başka bir şey değildir. Tarihte yaşamış ve soyu tükenmiş canlılar arasında kurulan bu gibi hayali bağlantıların bilimsel bir değer taşımadığı, Niles Eldregde gibi önde gelen evrimci paleontologlar tarafından da kabul edilmektedir.
Sonuçta, National Geographic’in “Köpeklerin Evrimi: Kurttan Kuçuya” başlıklı haberi, varyasyonu evrim delili göstermek gibi, Darwin’in de başvurduğu ama bilimsel geçerliliğini çoktan yitirmiş eski bir “numara”nın tekrarından başka bir şey değildir.
Bilinmelidir ki, bu ve benzeri propaganda girişimleri, evrim teorisinin bilimsel çöküşüne bir çare getiremeyecek, aksine bu çöküşün daha açık bir şekilde ortaya çıkmasını sağlayacaktır.
1 – Scott Gilbert, John Opitz, and Rudolf Raff, “Resynthesizing Evolutionary and Developmental Biology”, Developmental Biology 173, Article No. 0032, 1996, p. 361
2- “İnsan ve Köpek Aras›ndaki İlişki”, National Geographic Türkiye, Ocak 2002, s. 36