Discovery Science TV kanalında organik moleküllerin kaynağı olarak uzay gösterilirken hayatın kaynağının da başka gezegenler olabileceği iddiasına yer verildi. Bu yazımızda söz konusu kimyasalların varlığının hayat anlamına gelmeyeceği üzerinde duracak, canlılığın kökenini açıklamadan uzak olan evrime dair bir çarpıtmayı daha gözler önüne sereceğiz.
Uzayda Şekere Benzer Kimyasalların Bulunması Ne Anlama Gelir?
Kimyasal maddeler evrenin her yerinde oluşabilir. Özellikle büyük yıldızlar ve nebulalar ağır metallerin oluşabildiği yüksek enerjiye sahip özel ortamlardır. Uzayda toz ve gaz bulutları da yer alır. Bu gazlar da çeşitli kimyasal bileşiklerin oluştuğu, atomların birbirleriyle çeşitli bileşikler meydana getirdiği reaksiyon ortamları olarak karşımıza çıkarlar. Evrimciler ‘hayat uzaydan geldi’ iddiasına temel olarak bu gerçeği kullanmaktadırlar.
Yüksek enerjili yıldızlar ve nebulalar canlılarda da kullanılan moleküllerin tabii kaynağıdır. Bu moleküllerin gök taşlarıyla yeryüzüne taşınması ise doğal bir süreçtir. 1969 yılında Avustralya’ya düşen Murchison meteoru incelendiğinde üzerinde pek çok kimyasal saptanmıştır. Bunlar arasında şekere benzer basit kimyasallar da bulunmuştur. Ancak ‘poliol’ olarak nitelendirilen bu kimyasallar canlı organizmaların varlığına işaret etmez. Poliol kimyasalları, her ne kadar ‘şeker alkolleri’ olarak isimlendirilseler de bildiğimiz haliyle şeker ya da alkol içermezler.
Murchison meteoru üzerinde incelemeler yapan Dr. George Cooper ve arkadaşları, küçük bir şeker molekülü olan dihidroksiaseton ile birlikte yağ molekülü olarak bilinen gliserol’e de rastlamıştır.1 Ancak, bunların canlı organizmalara işaret ettiğini iddia etmek mümkün değildir. Çünkü bu basit moleküllerin formaldehitten inorganik olarak sentezlenebileceği 1861’de Aleksandr Butlerov tarafından gösterilmiştir.2
Gezegenler arası boşlukta formaldehit bulutları bulunduğu astronomik bir bulgudur. Formoz tepkimesi olarak adlandırılan bir mekanizmaya göre, uzayda yüksek enerjili formaldehitten oluşan moleküler gaz bulutları bir baz ve metal atomu ile kataliz edildiğinde söz konusu şekere benzer moleküller meydana gelebilmektedir.
Canlılar için tek başına zehirli bir gaz olan formaldehit ise yaşam kaynaklı değildir. Formaldehit, her ne kadar organik bir molekül olarak tanıtılsa da, uzayda bulunan karbon-monoksit buzları hidrojen atomları ile tepkimeye girdiklerinde ortaya çıkan zehirli bir kimyasaldır.
H + CO → HCO, HCO + H → CH2O
Breslow da 1959’da formoz tepkimesine ait ayrıntılı basamakları ortaya çıkarmıştır. Buna göre bu zincir tepkimedeki ara ürünler glikolaldehit, gliseraldehit, dihidroksiaseton, ve tetroz şekerleridir.3 .
Formoz tepkimesinde ilk olarak 2 formaldehit molekülü yoğunlaşarak Glikolaldehit oluşturur (1), sonra aldol reaksiyonuyla Gliseraldehit meydana gelir (2). Aldoz-ketoz izomerizasyonu ile 2 Dihidroksiaseton (3), bu da 1. basamakla etkileşime girerek Ribuloz (4), sonra tekrar bir izomerizasyon ile Riboz (5) oluşur. 3 numaralı molekül formaldehit ile tekrar etkileşerek Tetruloz (6) ve daha sonra da Aldol-tetroz (7) oluşur.
Görüldüğü gibi söz konusu moleküller canlıların bulunmadığı, cansız koşullarda moleküllerin birbirleri ile elektron alışverişi sonucunda ortaya çıkan inorganik yani cansız bileşiklerdir. Bunların arasında riboz şekeri de bulunur ki, bu durum, sırf canlılarda RNA’nın yapısında da bulunuyor diye ‘RNA uzaydan geldi’ diye yorumlanamaz.
Tabi ki diğer yıldızlar ve galaksiler yeryüzündeki pek çok kimyasalın kaynağıdır. Ancak gezegenimiz diğer gök cisimlerinden farklı olarak bu cansız moleküllerin canlı organizmalar içinde hayat bulduğu özel bir yerdir.
Meteorda Aminoasitlerin Bulunması Ne Anlama Gelir?
Murchison meteoru ilginç diğer bir tespite de olanak sağlamıştır. Bu meteorun içeriğinde çeşitli aminoasitlere de rastlanmıştır. Ama bu hiç de şaşırtıcı gelmemelidir. Çünkü meteorun içerdiği aminoasitler, laboratuvar ortamında inorganik moleküllerin tepkimeye sokulması ile elde edilebilen aminoasitlerin aynısıdır. Özel kapalı vakum bir ortamda Metan, Nitrojen, Su ve Amonyak moleküllerine elektrik verildiğinde oluşabilen tüm kimyasallar aynı şekilde bu meteorda da mevcuttur. Ne var ki, hem meteorda hem de laboratuvarda elde edilen aminoasit karışımı rasemik bir karışım olup, eşit miktarda sağ ve sol elli aminoasitlerden oluşmaktadır.4 Canlıların yapısı sırf sol-elli aminoasitlerin varlığını şart koştuğundan, söz konusu aminoasitlerin canlı organizmalar tarafından kullanılması imkansızdır.
Dahası ve en önemlisi, tek başına aminoasitlerin varlığı ise canlılık anlamına hiçbir şekilde gelmez. Aminoasitler nano-makineler olan proteinlerin yalnızca yapıtaşı olan kimyasallardır. Canlı organizmalarda, bu aminoasitler de kendi aralarında seçilime tabidirler. Proteinlerin inşasında kullanılan aminoasitler hep sol elli olmak zorundandırlar. Canlı organizmalar içinde sağ elli aminoasitlere kesinlikle yer yoktur. Proteinlerin inşası bu yönüyle hata kabul etmez bir süreçtir. Proteinlerde kullanılan aminoasitlerin yalnızca sol elli olmaları bugün hala tam olarak sebebi anlaşılamamış çok hassas bir atomik detaydır. Bununla beraber, bir protein üretimi, yüz ayrı proteinin varlığına bağlıdır. Bu proteinlerin yardımı olmadan, aminoasitlerin bir araya gelip proteinleri oluşturması imkansızdır. Protein üretimi için DNA’daki şifre ve bir fabrika olan ribozomun varlığı gereklidir. Ribozom zaten büyük ölçüde protein ve RNA’dan oluşmuş bir yapıdır. Dolayısıyla proteinleri oluşturan fabrikanın da proteinlerden meydana geldiği gerçeği, Darwinistlerin meteor teorisini tümüyle alt üst etmektedir. Ribozomdaki protein üretimi sırasında, aminoasitler genetik kodlarla belirlenmiş bir sıraya göre ortamdan seçilip birbirlerine bağlanacaklardır. Sonuç olarak, DNAsı, proteinleri ve tüm organelleriyle tam ve eksiksiz bir hücre olmadan canlılıktan bahsetmek mümkün olamaz.
Meteorla bir aminoasit molekülünün dünyaya ulaştığı varsayılsa bile, bu molekül çevredeki şeker molekülleri ve oldukça yıkıcı özellikteki serbest radikallere bağlanarak yok olup gidecektir.
Hücre Öncesi “Proto-Hücre” İddiası
Evrimciler de farkındadırlar ki, aminoasitleri birbirine kaynaştıran peptid bağları Güneş’ten gelen ultraviyole ışınlarına maruz kalmamalıdır. Bunun için Darwinistler, hayali ilk taslak hücrenin Güneş’ten uzak, korunaklı ama yeterince de enerji içeren bir ortamda oluştuğunu kurgularlar. Bu yüzden okyanusların derinlerindeki jeotermal sıcak su kaynaklarının (jeotermal alkalin bacalar) uygun bir ortam olduğuna inanırlar. Diğer bir anlatımda ise, yine hücreler için korunaklı bir ortam olarak yüzeyde bulunan, Güneş’ten uzak olup da gölgede kalabilmiş Jeotermal kaya havuzları tarif edilmektedir. Bu kurguya göre ‘bağımsız yağ molekülleri’ bir araya gelerek kabarcıklar oluşturmuş, böylece ilk ‘proto-hücreler’ oluşmuştur.
Ancak burada unutulan –ya da kasıtlı olarak ihmal edilen- çok temel bir gerçek vardır. Yağ moleküllerinin kaynağı, her zaman için ancak ve ancak canlı bir hücredir. Yağ doğada kendi başına meydana gelemez, yalnızca canlı bir hücredeki proteinler tarafından üretilebilir. Hücre zarını oluşturan fosfolipidler, hücrede Endoplazmik Retikuluma yapışık durumdaki Sitozol organelinde üretilir. Üretimi için ise onlarca özel proteine ihtiyaç vardır. Bunlardan bazıları GPAT ve LPAAT açil-transferazları, fosfataz, kolin fosfotransferaz, flippaz ve floppaz’dır. Dünya üzerindeki yağ moleküllerinin kaynağı ilk olarak algler daha sonra kara bitkileri olmuştur. Yağ moleküllerini inorganik, basit kimyasallar olarak nitelemek tamamen yanlış olacaktır. Görülebildiği gibi, yağ molekülleri için de öncelikle proteinlere ve proteinlerin faaliyet yapabileceği canlı hücresine ihtiyaç vardır.
Canlılık Uzaydan Geldi İddiası
Hayali evrim mekanizmaları tek tek geçersiz kılındıkça evrimciler çareyi çok uzaklarda, uzayda aramaktadırlar. “Canlılık ilk olarak uzayda başladı” söylemi, “hayatın yeryüzünde kendi kendi başladığı” yalanının bilimsel olarak çürütülmesiyle başvurulmuş bir başka aldatmacadır. Kanıtlara veya bulgulara dayalı bir açıklama değildir. Darwinistlerin “Panspermi” diye isimlendirdikleri bu iddia, ilk hücrelerin dış uzaydan geldiğini, “uzaylı otostopçular” adı verilen meteorların dünya yüzeyini bu organizmalarla bombardıman ettiğini anlatır. Yine bu masala göre, hayat önce Mars’ta başlamış, Mars yüzeyine inen şiddetli bir darbe, içi bakteri dolu kayaları uzaya fırlatmış, o kayalar da meteorlar şeklinde canlılığı Dünya’ya taşımıştır!
Meteorlarla canlılığın dünyaya taşındığı masalının hiçbir bilimsel değer içermediğini önceki başlık altında anlatmıştık. Bunun ötesinde, bizim Darwinistlerden beklediğimiz başka bilimsel cevap ve açıklamalar bulunmaktadır. Bizler, evrimcilerden cansız kimyasalların evrenin neresinde olursa olsun hangi mekanizma ile hayat bulduğunu delilleriyle ortaya koymalarını beklemekteyiz. Ancak buna dair bir bilimsel açıklama bir türlü gelmemektedir; zaten gelmesi de imkansızdır. Bu tür kurgusal açıklamalar ise yalnızca evrimcilerin hayal gücünü gösterir. Gözlem ve deneye dayalı olması gerekirken, bilimden uzak olan bu iddialar ancak vakit kazanma amaçlı olup, çöküşe giden evrim teorisini ayakta tutma çabasıdır. Bunlar, eğlenceli masalsı senaryolardan öte değere sahip değildir.
Belgeselin son kısmında da şöyle bir itirafa yer verilmiştir:
‘Yaşamın Mars’ta da ilk nasıl ortaya çıktığını bilemiyoruz, yani ilk soru yine cevapsız kalıyor. Yaşam nasıl başladı?’ Şu an hayatın uzaydan mı geldiğini, dünya okyanuslarının derinliklerinde mi başladığını bilmiyoruz.’
SONUÇ
Hayat ancak hayattan gelir. Cansız maddeler milyonlarca sene de geçse kendi kendilerine bir araya gelip canlı bir hücre meydana getiremezler. Dünya ise bu kimyasal bileşiklere can verilmiş bir gezegendir. Canlılık o atomları ve molekülleri hareket ettirip yöneten, sonsuz güç sahibi Yüce Allah’ın yaratması ile meydana gelir. Bu gerçeği görmeyi reddettikleri sürece, Darwinistlerin söz konusu mizahi açıklamaları, sürekli onları küçük düşürmeye devam edecektir.
Rabbimiz ayetlerinde şöyle bildirir:
Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nuru) kılan Allah’adır. (Bundan) Sonra bile, inkar edenler, Rablerine (birtakım varlıkları ve güçleri) denk tutuyorlar. Sizi çamurdan yaratan, sonra bir ecel belirleyen O’dur. Adı konulmuş ecel, O’nun Katındadır. Sonra siz (yine) kuşkuya kapılıyorsunuz. (Enam Suresi, 1-2)
KAYNAK:
1. https://science.nasa.gov/science-news/science-at-nasa/2001/ast20dec_1
2. A. Boutlerow, “Formation synthétique d’une substance sucrée” Comptes rendus 53: 145-147. Reprinted in German as: Butlerow, A., 1861
3. Breslow, R. (1959). “On the Mechanism of the Formose Reaction”. Tetrahedron Letters. 1 (21): 22–26
4. Miller SL. et al, Nonprotein amino acids from spark discharges and their comparison with the murchison meteorite amino acids, Proc Natl Acad Sci U S A. 1972 Apr;69(4):809-11