Acanthostega, bir deniz canlısıdır ve solungaçları vardır. Yaşının 360 milyon yıl olduğu tahmin edilmektedir. Cambridge Üniversitesi paleontoloğu Jenny Clack 1987 yılında yaptığı araştırmalar sonucunda, bu fosilin bir ele ve bu el üzerinde sekiz adet parmağa sahip olduğunu, dolayısıyla bunun balıklarla tetrapodlar (dört ayaklı kara omurgalıları) arasında bir ara form olduğunu ileri sürmektedir. Evrimciler bu yorum ve fosilden yola çıkarak, balıkların karaya çıktıktan sonra ayaklar geliştirmek yerine, önce ayaklar geliştirip sonra karaya çıktıklarını iddia ederler. Oysa bu iddia tutarsızdır. Öncelikle Clack, bir evrimci olmasına rağmen Acanthostega’nın karaya çıkıp çıkmadığını bilmediğini açıkça belirtmektedir. Denizlerde yaşayan bir canlıyı yüzgeçlerinde sahip olduğu bazı kemiksi yapılar nedeniyle sudan karaya geçiş aşamasını gerçekleştiren bir ara form olarak görmek büyük bir yanılgıdır. Evrimcilerin bu hataya düşmesi, bundan 65 yıl önce yaşanan Coelacanth yanılgısını çabuk unuttuklarını göstermektedir.
Evrimciler 1930’ların sonuna kadar Coelacanth’ı bir ara form olarak gösterdiler. 200 milyon yıllık fosilin yüzgeçlerindeki kemiklerin ayaklara dönüştüğü ve karaya çıktığında balığı taşımış olabileceği düşünülüyordu. Oysa 1938 yılında Coelacanth’ ın hala yaşamakta olduğu ortaya çıktı ve evrimcilerbüyük bir şaşkınlık yaşadılar. Madagaskar açıklarında avlanan balıkçıların avladığı Coelacanth incelendiğinde 200 milyon yıldır hiçbir değişime uğramadığı, hatta değil karaya çıkmak bir dip balığı olduğugörüldü. Ayrıca evrimcilerin fosilde ilkel akciğer olarak yorumladıkları organlar yağ keseleriydi. Üstelik bu tarihten sonra pek çok defa daha Coelacanth yakalandı. Ve Coelacanth’ın bir ara form olduğu iddiası evrimciler tarafından mecburen terk edildi.
Coelacanth örneğinde de görüldüğü gibi Acanthostega gibi, kemiksi yapılara sahip deniz canlıları, karada yaşayabilecek yapıda olduklarından değil, evrimcilerin önyargıları nedeniyle ara form olarak gösterilmektedir.
Acanthostega’nın Ara Form Olmadığına Dair Yeni Delil: Ayaklardaki Kıkırdak Yapı
Geçtiğimiz Eylül ayında Nature dergisinde yer alan habere göre; İsveç’teki Uppsala Üniversitesi, Fransa’daki Avrupa Sinkrotron Radyasyon Tesisi (ESRF) ve Birleşik Krallık’taki Cambridge Üniversitesi’nden bir araştırma ekibi, 360 milyon yaşındaki deniz canlısı Acanthostega fosillerinin ön ayak kemiklerini detaylı olarak araştırmaya karar verdi. Araştırmada fosilin ayak kemikleri yüksek çözünürlüklü sinkrotron (yüklü parçacıkların yüksek enerjilere hızlandırılması için kullanılan dairesel bir hızlandırıcı) X-ray taramasıyla incelendi. Bu sayede Acanthostega fosilleri hiçbir zarar görmeden çok ayrıntılı şekilde incelenmiş oldu.
Devoniyen dönemine (419-359 milyon yıl önce) ait bu fosillerin kemiklerinin içerisindeki mikroskobik yapılar neredeyse mükemmel derecede korunmuştu. Bu araştırma boyunca kullanılan X-ray ışınları Acanthostega deniz canlısı ile ilgili önemli bir gerçeği ortaya çıkardı: Acanthostega’nın ön ayakları kıkırdak bir yapıya sahipti ve bu, Acanthostega’nın balıklarla tetrapodlar arasında bir ara geçiş canlısı olmadığının önemli bir bilimsel kanıtıydı. Çünkü kıkırdak mineralleşmemiş bir dokudur ve esnektir. Bu nedenle de canlının vücut ağırlığını suyun dışında taşımasını ve karada yaşamını sürdürmesini sağlayamayacak kadar güçsüzdür. Dolayısıyla bu bilimsel gerçek, Acanthostega adlı deniz canlısının sudan çıkıp karaya geçen bir ara geçiş canlısı olmasını fizyolojik olarak imkansız kılmaktadır.
Görüldüğü gibi evrimci paleontologların dünyanın dört bir yanında sürdürdüğü çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanmakta ve aranan kayıp halkalar bir türlü bulunamamaktadır. Bu durum evrim diye bir sürecin hiç yaşanmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Sudan Karaya Geçişin Diğer Engelleri
Kara canlıları ile deniz canlıları arasındaki derin fizyolojik farklılıklar evrim teorisinin temel çıkmazlarından birini oluşturur. Bu farklılıklarşu beş temel kategoride ele alınabilir:
1. Ağırlığın taşınması: Denizlerde yaşayan canlılar kendi ağırlıklarını taşımak gibi bir sorunla karşılaşmazlar. Vücut yapıları da böyle bir işleve yönelik değildir. Oysa karada yaşayanların büyük bir kısmı enerjilerinin % 40’ını vücutlarını taşımak için kullanırlar. Ancak kara yaşamına geçecek bir su canlısının bu enerji ihtiyacını karşılayabilecek yeni kas ve iskelet yapıları geliştirmesi ve bu kompleks yapıların rastgele mutasyonlarla oluşması mümkün değildir.
2. Sıcaklığın korunması: Karada ısı çok çabuk ve çok büyük farklarla değişir. Bir kara canlısının, bu yüksek ısı farklılıklarına uyum sağlayacak bir metabolizması vardır. Oysa denizlerde ısı çok ağır değişir ve bu değişim karadaki kadar büyük farklar arasında olmaz. Denizlerdeki sabit sıcaklığa göre bir vücut sistemine sahip olan bir canlı, karada yaşayabilmek için, karadaki sıcaklık değişimine uyum sağlayacak korunma sistemini kazanmak zorundadır. Balıkların karaya çıkar çıkmaz rastlantısal mutasyonlar sonucunda böyle bir sisteme kavuştuklarını öne sürmek, kuşkusuz son derece saçmadır.
3. Suyun kullanımı: Canlılar için kaçınılmaz bir ihtiyaç olan su, kara ortamında az bulunur. Bu nedenle suyun, hatta nemin ölçülü kullanılması zorunludur. Örneğin deri, su kaybetmeyi ve buharlaşmayı önleyecek şekilde olmalıdır. Canlı susama duygusuna sahip olmalıdır. Oysa suda yaşayan canlıların susama duygusu bulunmaz ve derileri de susuz ortama uygun değildir.
4. Böbrekler: Su canlıları, başta amonyak olmak üzere vücutlarında biriken artık maddeleri, bulundukları ortamda su bol olduğundan hemen süzerek atabilirler. Karada ise suyun minimum düzeyde kullanılması gerekmektedir. Bu nedenle bu canlılar bir böbrek sistemine sahiptirler. Böbrekler sayesinde amonyak, üreye çevrilerek depolanır ve atımında minimum düzeyde su kullanılır. Ayrıca böbreğin çalışmasını mümkün kılan yeni sistemlere ihtiyaç vardır. Kısacası, sudan karaya geçişin gerçekleşmesi için böbreği olmayan canlıların bir anda gelişmiş bir böbrek sistemi edinmesi gerekir.
5. Solunum sistemi: Balıklar suda erimiş halde bulunan oksijeni solungaçlarıyla alırlar. Suyun dışında ise birkaç dakikadan fazla yaşayamazlar. Karada yaşamaları için, bir anda kusursuz bir akciğer sistemi edinmeleri gerekir.
Tüm bu fizyolojik değişikliklerin aynı canlıda tesadüfler sonucu ve aynı anda meydana gelmesi ise elbette imkansızdır. Evrim teorisinin bu imkansızlıkları aşması, bunlara bilimsel delil sunması kesinlikle mümkün değildir. Sözde ara geçiş formu iddiaları, hayal gücüne dayalı spekülasyonların ötesine hiçbir zaman geçememektedir.
KAYNAK:
European Synchrotron Radiation Facility. (2016, September 7), ScienceDaily. www.sciencedaily.com/releases/2016/09/160907135132.htm