27 Ağustos 2005 tarihli Sabah gazetesinin Cumartesi ekindeki köşesinde Gülse Birsel’in evrim hakkındaki bilimsel dayanaktan uzak yorumları yer aldı. Evrimi kanıtlanmış bir gerçekmiş gibi gören önyargılı bu yazıdaki çelişkileri bilimsel bulgular ışığında inceleyeceğiz.
İSPİNOZ KUŞLARI YANILGISI
Gülse Birsel makalesinde Darwin’in Galapagos adalarında şahit olduğu ispinoz kuşları hakkındaki gözlemlerinin evrime delil teşkil ettiğini iddia ediyordu. Oysa farklı ispinoz kuşlarında izlenen çeşitlilik “evrim”e delil oluşturmayan bir varyasyon örneğidir. Son yıllarda yapılan gözlemler, Ispinoz kuşlarında Darwin”in teorisinin ön gördüğü gibi sınırsız bir değişim yaşanmadığını ortaya koymuştur. Dahası, Darwin”in 14 ayrı tür olarak belirlediği farklı Ispinoz tiplerinin çoğu, aslında birbirleri ile çiftleşebilen, yani aynı türün üyeleri olan varyasyonlardır. Bilimsel gözlemler, hemen her evrimci kaynakta efsaneleştirilerek anlatılan “ispinoz gagaları” örneğinin, gerçekte bir “varyasyon” örneği olduğunu, yani tür içinde çeşitlenmelerle sınırlı olduğunu ve evrim teorisine delil olarak kullanılamayacağını göstermektedir. Galapagos Adaları”na “Darwinistik evrimin kanıtlarını bulmak” için giden ve adalardaki Ispinoz türlerini uzun yıllar boyunca gözlemleyen Peter ve Rosemary Grant Nature dergisinde yayınlanan “Darwin’in Ispinozlarındaki Çelişkili Seçilim” adlı araştırmalarında, adada bir “evrim” yaşanmadığını belgelemişlerdir. (H. Lisle Gibbs and Peter R. Grant, “Oscillating selection on Darwin”s finches”, Nature, 327, 1987, s. 513)
VARYASYONLAR YENİ BİR TÜRE SEBEP OLMAZLAR
Başta Ispinoz kuşları olmak üzere, köpekler, sığırlar ya da atlarda gözlenen çeşitlilik aynı türün genetik sınırları dahilinde gözlenen farkların sonucudur. Bu durum farklı coğrafyalarda izole olan insan topluluklarında da ırklar şeklinde kendini gösterir. Ancak birbirlerinden ne kadar farklı görünseler de, milyonlarca yıl geçse de, bu örnekler yine aynı türün üyeleri olarak kalırlar. Kendisi de evrimci olan ABD’li biyolog Edward Deevey varyasyonların hep belirli genetik sınırlar içinde gerçekleştiğini şöyle açıklar:
“Çaprazlama çiftleştirme yöntemiyle çok önemli sonuçlara varılmıştır… Ama sonuçta buğday hala buğdaydır, örneğin üzüm değildir. Domuzlar üzerinde kanat oluşturmamız, kuşların yumurtalarını silindir şeklinde üretmeleri kadar imkansızdır.” (Edward S. Deevey, Jr., “The Reply: Letter from Dirnham Wood,” Yale Review, vol. 61, p. 636)
Daha güncel bir örnek, son bir yüzyıl içinde dünyadaki erkek nüfusun boy ortalamasında görülen artıştır. Daha iyi beslenme ve bakım koşulları sayesinde erkekler son bir yüzyıl içinde rekor sayılabilecek bir boy ortalamasına ulaşmıştır, ama bu artış giderek durma noktasına gelmiştir. Çünkü insan türünün bu özelliği belirleyen genetik sınırına artık dayanmış durumdayız.
Kısacası varyasyonlar, ancak bir türün genetik bilgisinin sınırları içinde kalan bazı değişimler meydana getirmekte, ancak hiç bir zaman türlere yeni bir genetik bilgi eklememektedir. Bu nedenle hiç bir varyasyon “evrim” örneği sayılamaz. Farklı köpek ya da at cinslerini ne kadar çiftleştirirseniz çiftleştirin, sonuçta ortaya yine köpekler ya da atlar çıkacak, ama yeni türler oluşmayacaktır. Danimarkalı bilim adamı W. L. Johannsen bu konuyu şöyle özetler:
“Darwin”in bütün vurgusunu üzerine dayandırdığı varyasyonlar, gerçekte belirli bir noktanın ilerisine götürülemezler ve bu nedenle varyasyonlar “sürekli değişim”in (evrimin) nedenini oluşturmazlar.” (Loren Eiseley, The Immense Journey, Vintage Books, 1958, s 227; Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard Common Press, Boston, 1971, s. 33)
Evrime delil gösterme çabasındaki bazı bilim adamları ise buraya kadar anlattığımız varyasyonları ön yargılı olarak “mikroevrim” diye adlandırırlar. Oysa varyasyonların “makroevrim” iddiasına, yani türlerin kökenine hiçbir açıklama getiremediği, başka evrimci biyologlar tarafından da kabul edilmiştir. Ünlü bilim yazarı Roger Lewin, Kasım 1980″de Chicago Doğa Tarihi Müzesi”nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ünlü sempozyumda bu konuda varılan sonucu şöyle anlatır:
“Darwin”in (varyasyonlardan yola çıkarak) yaptığı mantık yürütmeler haklı mıydı? Evrimsel biyolojinin tarihindeki son 40 yılın en önemli konferanslarından birine katılan bilim adamlarının ortaya koydukları yargıya göre, bu sorunun cevabı “hayır”dır. Chicago konferansındaki temel mesele, mikroevrimi sağlayan mekanizmaların, makroevrim adını verdiğimiz fenomeni açıklamak için de kullanılıp kullanılamayacağı olmuştur… Cevap açıklıkla verilebilir: Hayır.” (R. Lewin, “Evolutionary Theory Under Fire”, Science, vol. 210, 21 November 1980, s. 883)
Bu gerçek şöyle de özetlenebilir: Darwinizm”in yüzyılı aşkın bir süredir “evrim delili” olarak gördüğü varyasyonların, gerçekte “türlerin kökeni”yle hiçbir ilgisi yoktur. İnekler milyonlarca yıl boyunca farklı eşleşmelerle çiftleştirilebilir ve farklı inek cinsleri elde edilebilir. Ama inekler hiçbir zaman başka bir canlı türüne, örneğin zürafalara ya da fillere dönüşmeyecektir.
20 YAŞ DİŞİ HAKKINDAKİ YANILGI
Gülse Birsel’in diğer bir yanılgısı ise yirmi yaş dişi hakkındaki görüşleridir. Bu yanılgının temelinde bilim dünyasında her yönüyle çürütülmüş olan “körelmiş organlar” iddiası bulunmaktadır.
Körelmiş organlar kavramı (vestigial organs), evrim literatüründe uzunca bir süre yer alan, ama geçersizliği anlaşıldıktan sonra sessiz sedasız bir kenara bırakılan bir iddiadır. Ancak Gülse Birsel’in de etkisinde kaldığı anlaşılan bir kısım yerli evrimciler, “körelmiş organlar”ı hala evrimin büyük bir delili sanmakta ve öyle göstermeye çalışmaktadırlar. (bkz. Körelmiş Organlar Yanılgısı, http://www.evrimaldatmacasi.com/evrimiddiagec.php)
Gülse Birsel 20 yaş dişi olarak da bilinen üçüncü azı dişlerini “körelmiş organ” sayarak, klasikleşmiş bir evrimci yanılgıyı daha tekrar etmektedir.
Bu yaygın bir yanılgıdır. 20 yaş dişinin işlevsiz olduğu yönündeki evrimci telkinden etkilenen birçok hekim, günlük pratikleri içinde diğer dişlerin oluşturduğu problemlere daha ılımlı yaklaşım göstererek, bu dişleri korumaya çalışırken, 20 yaş dişinin çekilmesini adeta rutin hale getirmişlerdir. Oysa son yıllar içinde yapılan bazı araştırmalar bu dişin çiğneme fonksiyonunu üstlenmede diğer dişlerden hiçbir farkının olmadığını göstermiştir. (Leonard M.S., 1992. Removing third molars: a review for the general practitioner. Journal of the American Dental Association, 123(2):77-82) Bu dişin diğer dişlerin yerleşimini bozduğu yönündeki inanışın da temelsiz olduğunu gösteren çalışmalar yapılmıştır. (M. Leff, 1993. Hold on to your wisdom teeth. Consumer reports on Health, 5(8):4-85.) 20 yaş dişinde rastlanan ve ilaç uygulamalarıyla çözülebilecek problemlerde, bu dişin çıkarılması yoluna gidilmesi konusunda da bilimsel eleştiriler yayınlanmıştır. (Daily.T 1996. Third molar prophylactic extraction: A review and analysis of the literature. General Dentistry, 44(4):310-320)
Sonuçta, 20 yaş dişinin “yararsız” olduğu yönündeki inancın hiçbir bilimsel temele dayanmadığı ve bu dişin çiğneme fonksiyonunda diğer dişler gibi işlev gördüğü, bugün tıp dünyasının ortak görüşüdür.
Peki söz konusu dişin azımsanmayacak kadar çok sayıda insanda rahatsızlık oluşturmasının sebebi nedir? Bu konuyu araştıran bilim adamları, 20 yaş dişi sorunlarının çeşitli dönemlerde yaşamış insan topluluklarına göre farklılıklar gösterdiğini saptadılar. Özellikle sanayi öncesi toplumlarda bu probleme çok az rastlandığı anlaşıldı. Bunun nedeni olarak da özellikle son birkaç yüzyıllık dönem içinde sert besin maddeleri yerine daha yumuşak besin maddelerinin tercih edilmesinin çene gelişimini olumsuz etkilediği görüldü. Dolayısıyla 20 yaş dişi problemlerinin de çoğunlukla, beslenme alışkanlıklardan doğan çene gelişimi sorunlarıyla ilgili olarak ortaya çıktığı tespit edildi.
Toplumlardaki besin tercihlerindeki benzeri değişikliklerin, diğer dişler üzerinde de olumsuz etkisi bilinmektedir. Örneğin son yüzyıl içinde şekerli ve asitli yiyeceklerin tercih edilir olması, diğer dişlerdeki çürüme oran ve hızını artırmıştır. Ancak elbette bu durum dişlerimizin yararsız ve körelmiş organlar olduğu gibi bir sonucu akla getirmez. Aynı durum 20 yaş dişi için de geçerlidir. Bu dişle ilgili sorunlar, herhangi bir evrimsel “körelme”den değil, günümüz insanlarının beslenme alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır.
Kısacası evrimciler tarafından ortaya atılan körelmiş organlar senaryosu hem kendi içinde mantık hataları içermektedir, hem de bilimsel olarak yanlıştır. İnsanlarda, sözde atalarından miras kalmış olan hiçbir körelmiş organ yoktur.
DOĞADA EVRİMLEŞTİRİCİ BİR GÜCÜN VAR OLDUĞUNU ZANNETME YANILGISI
Gülse Birsel, doğada evrimleştirici bir güç olduğunu ve kendisini başka bir türe dönüştüreceği hurafesine inanmaktadır. Bu tamamen bilim dışı batıl bir inançtır. Doğada böyle sihirli bir güç bulunmamaktadır. Animist kültürde yer alan “doğaya bilinç atfetme” inancı, ne ilginçtir ki 21. yüzyılda “bilim” kisvesi altında karşımıza çıkmaktadır. Darwinizm”in ünlü eleştirmenlerinden biri olan Fransız biyolog Paul Pierre Grassé”nin belirttiği gibi, “hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin içine dahil edilmemelidir. (Pierre-P Grassé, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s. 103)
Bu iddiayı ele alırken, öncelikle doğada gerçekten böyle bir güç olup olmadığına bakmak gerekir. Daha açık bir ifadeyle, böyle bir evrimi gerçekleştirebilecek doğal mekanizmalar var mıdır?
Bugün modern sentetik teori olarak tanımladığımız Neo-Darwinist model, bu konuda iki temel mekanizma öne sürer: “Doğal seleksiyon” ve “mutasyon”. Oysa gözlem ve deneyler göstermektedir ki, ne doğal seleksiyonun ne de mutasyonların evrimleştirici hiçbir gücü yoktur. (bkz. Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi”nin Yanılgıları,
http://www.harunyahya.org/evrim/uba/uba03.html)
SONUÇ
Yeryüzünde hayatın kökeni önyargısız bir yaklaşımla incelendiğinde, açıkça görülmektedir ki, canlılık Darwinizm”in ve genel olarak materyalist felsefenin iddia ettiği gibi rastlantılarla ortaya çıkmamıştır. Canlı türleri kesin olarak birbirlerinden evrimleşmemiştir. Aksine, tüm canlılar ayrı ayrı ve kusursuz bir biçimde yaratılmışlardır. Paleontoloji bilimi, ara geçiş formlarına ait türler değil, ancak tam ve eksiksiz vücut planlarına sahip canlılara ait fosil kalıntılar sunmaktadır. 21. yüzyıl da, bilimin hayatın kökenine getirdiği tek gerçek cevap vardır: Yaratılış.Önemli olan, bilimin vardığı bu sonucun, insanlığa tarihin başından bu yana din yoluyla bildirilen bir gerçeğin tasdiklenmesi oluşudur:
Allah, tüm evreni ve içindeki tüm canlıları “Ol” emriyle bir anda yoktan yaratmıştır. İnsanı da, o hiçbir şey değilken yaratan ve sayısız özellikle nimetlendiren Yüce Allah”tır.