Ekim 2001 tarihli Focus dergisinde, evrim teorisini konu alan 5 ayrı yazı yayınlandı. Prof. Dr. Ali Demirsoy tarafından hazırlanan ve “Darwin ve Evrim” başlığını taşıyan yazı ile, İrfan Unutmaz tarafından hazırlanan diğer yazılar genelde aynı evrimci iddiaları içermekteydi. Evrim teorisinin savunulmaya çalışıldığı yazıların tamamında, ülkemizdeki evrimcilerin bilimin ne kadar gerisinde kaldıkları, önde gelen evrimcilerin bile yıllar önce savunmayı terkettikleri iddiaları hala gözü kapalı olarak savundukları açıkça görülmekteydi. Bu yazıda, Focus dergisindeki geçersizliği defalarca kanıtlanmış olan sözkonusu evrimci iddiaların neden yanlış olduğu bir kez daha açıklanacaktır.
Focus Dergisi ve Prof. Demirsoy’un “Doğal Seçilim”in Evrimin Mekanizması Olduğu İddiaları Yanlıştır
Focus Dergisindeki sözkonusu yazıların hemen hemen hepsinde, doğal seçilim (doğal ayıklanma) evrimin bilimsel olarak geçerliliği ispatlanmış bir mekanizması olarak gösterilmiştir. Örneğin Prof. Ali Demirsoy, yazısında bu iddiayı şöyle özetlemiştir: “Darwin’in kurmuş olduğu ‘Doğal Ayıklanma Yasası’, kesinlikle güncelliğini ve bilimselliğini yitirmedi”.
Doğal seleksiyon, Darwin”den önce de tarifi yapılmış bir doğal mekanizmadır. Bulunduğu ortama daha iyi adapte olan canlıların yaşama şansı daha fazladır, diğerleri ise elenir. Örneğin, vahşi hayvanların tehdidi altında yaşayan bir tavşan sürüsünde daha hızlı koşabilenler ve rengi dolayısıyla daha iyi kamufle olabilenler yaşayacak, diğerleri ise zaman içinde elenerek azalacak veya yokolacaklardır. Ancak Darwin, doğal seleksiyona bu anlamının dışında bir anlam daha yükledi ve bu mekanizmanın zaman içinde yeni türler oluşturacağını öne sürdü. Ne var ki bugün evrimciler dahi doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirici bir gücü olamayacağını kabul etmektedirler. Doğal seleksiyon sadece bir tavşan sürüsünü daha hızlı koşan, daha iyi gizlenen ve korunan, daha güçlü bir sürü haline getirebilir. Ancak tavşanlar daima tavşan olarak kalırlar, hiçbir zaman başka bir canlıya dönüşmezler. Çünkü doğal seleksiyon canlıların genetik havuzuna yeni bir bilgi katmaz, yani onlara yeni bir özellik kazandırmaz. Doğal seleksiyona bir de mutasyonun eklenmesi, evrim teorisini kurtaramamıştır. Çünkü; hem genetik bilgiyi geliştiren hiç bir mutasyon gözlemlenmemiştir, hem de canlıların “indirgenemez kompleks” yapıları, Darwinizm”in özü olan “küçük değişikliklerin kademe kademe birikmesi” kavramını çürütmektedir.
Yale Üniversitesinden Dr. J. Budziszewski doğal seleksiyonun evrimin nasıl gerçekleştiğini açıklamaktan çok uzak olduğunu şöyle özetlemektedir:
“Herkes doğal seleksiyonun ispinoz gagalarını uzatacağı konusunda hemfikirdir; ancak birçoğu, doğal seleksiyonun Darwin’in iddia ettiği gibi balıkları kurbağalara dönüştüreceğine katılmamaktadır.
…Darwinizm’e gelen en öldürücü darbelerden biri indirgenemez kompleksliği açıklayamamasıdır. Sistemin çalışması için tüm parçalarının aynı anda bulunması gereken “indirgenemez komplekslik” doğal seleksiyon tarafından oluşturulamaz. Çünkü doğal seleksiyonda, canlının sahip olduğu yapılar tek tek evrimleşmeli ve her yeni parça ile sistem biraz daha iyi çalışmalıdır…
Darwinizmin açıklayamadığı bir başka problem ise, hayatın cansızlıktan nasıl oluştuğudur. Doğal seleksiyon sadece yaşayan ve üreyen varlıklar için geçerlidir; ancak bu, canlıların nasıl oluştuğunu açıklayamaz…” 1
Dr. Budziszewski’nin de belirttiği gibi doğal seleksiyonun evrim teorisine kazandırdığı hiçbir ţey yoktur. Çünkü bu mekanizma, hiçbir zaman bir türün genetik bilgisini zenginleţtirip geliţtirmez. Hiçbir zaman bir türü bir başka türe çevirmez; yani denizyıldızını balığa, balıkları kurbağaya, kurbağaları timsaha, timsahları da kuşa dönüştüremez. Canlılığın ve canlılardaki kompleks sistemlerin nasıl oluştuğunu kesinlikle açıklayamaz.
Focus Dergisi ve Prof. Demirsoy, Varyasyonları Evrim Teorisinin Delili Gibi Göstererek Okuyucu Yanıltmaktadırlar:
Prof. Demirsoy’un Focus dergisindeki yazısında, varyasyonlar evrim teorisinin delili gibi anlatılmış ve bundan yola çıkılarak “evrim doğada gözlemlenmektedir” iddiası öne sürülmüştür. Bu iddialarında ise Darwin’in ve diğer evrimcilerin ispinoz kuşları, bitki ve hayvan yetiştiriciliği gibi klasik örneklerini kullanmışlardır.
Bugün önde gelen evrimciler dahi, bitki ve hayvan türlerinin ıslahı konusunu evrim teorisinin delili olarak kabul etmemektedirler. Ancak Prof. Demirsoy gibi bazı evrimciler bu iddialarını bırakmamakta kararlı görünmektedirler. Bu nedenle, bu konunun evrimle bir ilgisi olmadığını tekrar açıklamakta fayda görmekteyiz.
Bitki ve hayvan türlerinin ıslahı, evrim teorisinin Darwin tarafından ortaya atılmasından çok daha önce başlamış bir çalışmadır. Nitekim Darwin, Türlerin Kökeni kitabında bu ıslah çalışmalarını uzun uzun tartışmıştır. Köpek, koyun veya inek gibi hayvanlar arasında, en iyi et veya süt veren veya en hızlı koşan cinsleri elde edebilmek için, havyan yetiştiricileri özel bir çiftleştirme programı izlemişler ve böylece birkaç nesil içinde genel ortalamaya göre daha kilolu, daha iyi süt veren veya daha hızlı ve dayanıklı cinsler türemiştir. Bunu yapanlar “evrimciler” değil, çoğu evrim teorisiyle hiçbir ilgisi bulunmayan hayvan yetiştiricileridir. Geçmişi binlerce yıl öncesine uzanan bu yetiştiricilik geleneği, 19. yüzyılda daha bilimsel bir temele oturmuştur. Bunun sebebi ise -Demirsoy”un sandığı gibi evrim teorisi değil- Mendel”in keşfettiği genetik kanunlardır. Mendel”in, bir din adamı olarak, Allah”a inanan, yaratılışı savunan ve evrim teorisine karşı çıkan bir bilim adamı olduğunu da belirtmek gerekir.
Prof. Demirsoy ve bazı evrimcilerin bitki ve hayvan yetiştiriciliğini bir evrim kanıtı gibi gösterme çabaları ise şu yüzeysel mantığa dayalıdır: “Bitki ve hayvan yetiştiricileri, birkaç nesil içinde farklı cins hayvanlar türetebiliyorlar, öyleyse milyonlarca yıl içinde bütün türler birbirinden türemiş olabilir”. Ancak bu mantık önemli çelişkiler içermektedir:
1) Hayvan veya bitki türleri üzerinde yapılan bu gibi ıslah çalışmaları, yetiştiriciler tarafından belirli bir amaca göre, akıl sahibi insanlar tarafından, bilinçli şekilde yapılır. Oysa doğada böyle bilinçli bir evrim mekanizması yoktur.
2) Daha da önemlisi, bu gibi ıslah çalışmaları, asla belli bir sınırın ötesine geçmez. Bu yöntemle yeni canlı türleri meydana getirilemez. Darwin, kendi zamanında genetik bilinmediği için bitki ve hayvan yetiştiricilerinin “sınırsız değişim” sağlayacaklarını zannetmiş, oysa bu düşünce 20. yüzyıldaki genetik araştırmalarla çürümüştür.
20. yüzyıl bilimi, canlılar üzerinde yapılan benzeri deneyler sonucunda “genetik değişmezlik” (genetik homoestatis) denilen bir ilkeyi ortaya çıkarmıştır. Bu ilke, bir canlı türünü değiştirmek için yapılan tüm ıslah çabalarının belirli bir sınırda kaldığını, canlı türleri arasında aşılmaz duvarlar olduğunu ortaya koyar.
Darwin Retried (Darwin Yeniden Yargılanıyor) adlı kitabın yazarı Norman Macbeth bu konuda şöyle yazmaktadır:
Sorun canlıların gerçekten de sınırsız bir biçimde varyasyon (değişim) gösterip göstermedikleridir… Türler her zaman için sabittirler. Yetiţtiricilerin yetiştirdikleri değişik bitki ve hayvan cinslerinin belirli bir noktadan ileri gitmediğini, hatta hep orijinal formlarına geri döndüğünü biliriz. Asırlar süren yetiştirme çabalarına rağmen, hiçbir zaman siyah bir lale ya da mavi bir gül elde etmek mümkün olmamıştır. 2
Hayvan yetiştiriciliği konusunda dünyanın en önemli uzmanlarından biri sayılan Luther Burbank bu gerçeği, “bir canlıda oluşabilecek muhtemel gelişmenin bir sınırı vardır ve bu kanun, bütün yaşayan canlıları belirlenmiş bazı sınırlar içinde sabit tutar” diyerek ifade etmektedir. 3
Kısacası bitki ve hayvanlar üzerindeki ıslah çalışmaları, ancak bir türün genetik bilgisinin sınırları içinde kalan bazı değişimler meydana getirmekte, ancak hiçbir zaman türlere yeni bir genetik bilgi eklememektedir. Bu nedenle hiçbir ıslah çalışması “evrim” örneği sayılamaz. Farklı köpek, inek ya da at cinslerini ne kadar çifleştirirseniz çiftleştirin, sonuçta ortaya yine köpekler ya da atlar çıkacak, ama yeni türler oluşmayacaktır. Aynı durum bitkiler için de geçerlidir.
Darwin”in Galapagos Adaları”nda gözlemlediği farklı gagalara sahip ispinoz türleri de aynı olgunun bir diğer örneğidir. Son yıllarda yapılan gözlemler, ispinozlarda Darwin”in teorisinin öngördüğü gibi sınırsız bir değişim yaşanmadığını ortaya koymuştur. Dahası, Darwin”in 14 ayrı tür olarak belirlediği farklı ispinoz tiplerinin çoğu, aslında birbirleri ile çiftleşebilen, yani aynı türün üyeleri olan varyasyonlardır. Bilimsel gözlemler, hemen her evrimci kaynakta efsaneleştirilerek anlatılan “ispinoz gagaları” örneğinin, gerçekte bir “varyasyon” örneği olduğunu, yani evrim teorisine delil oluşturmadığını göstermektedir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Jonathan Wells, Icons of Evolution, 2000)
Focus Dergisinin Lamarckçılıkla ilgili Yanılgıları:
Focus dergisindeki “Darwin’i Yakmalı mı?” başlıklı yazıda, doğada “Lamarck’ın da iddia ettiği gibi kazanılmış özelliklerin kalıtımı sözkonusu” denmektedir. Evrim ve bilim literatürüne oldukça yabancı biri tarafından hazırlandığı belli olan bu yazılarda yeralan kavram karmaşalarının yanında, bunun gibi birçok evrimcilerin dahi reddettikleri iddialara yer verilmektedir.
Bu iddiada adı geçen Fransız biyolog Lamarck, Zoological Philosophy adlı kitabında canlı türlerinin birbirlerinden evrimleştikleri varsayımını Darwin’den önce ortaya atan kişidir. Lamarck, canlıların yaşamları sırasında kazandıkları değişimleri sonraki nesillere aktardıklarını öne sürmüştü. Ünlü zürafalar örneğinde, bu canlıların eskiden çok daha kısa boyunlu olduklarını, ancak yüksek ağaçlara ulaşmak için çabalarken nesilden nesile boyunlarının uzadığını iddia etmişti.
Lamarck”ın “kazanılmış özelliklerin aktarılması”olarak bilinen bu evrim modeli, kalıtım kanunlarının keşfedilmesi ile birlikte geçerliliğini yitirdi. 20. yüzyılın ortalarında DNA”nın keşfiyle birlikte, canlıların hücrelerinin çekirdeğine kodlanmış çok özel bir genetik bilgiye sahip oldukları ve bu genetik bilginin, “kazanılmış özellikler”tarafından değiştirilemeyeceği ortaya çıktı. Yani bir canlı ağaçlara uzanabilmek için yaşamı boyunca çabalayıp boynunu bir kaç santim uzatsa bile, doğurduğu yavrular yine o türe ait standart boyun ölçüleri ile doğacaklardı. Kısacası Lamarck”ın evrim teorisi, bilimsel bulgular tarafından yalanlandı ve yanlış bir varsayım olarak tarihin derinliklerine gömüldü. Ancak Focus dergisi yazarı bu gelişmelerden habersiz olacak ki, söz konusu yazılardan birinin büyük bölümünü Lamarck’a ayırmıştı.
“Kesintiye Uğratılmış Denge” Teorisi Darwinizmin Fosil Çıkmazı İçin Bir Kurtarıcı Değildir
Focus dergisindeki Darwin’i Yakmalı mı? başlıklı yazıda yeralan iddialardan bir diğeri de, Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge gibi bazı evrimci paleontologların, evrim teorisinin fosiller konusundaki çıkmazına bir açıklama getirdikleri idi.
Evrim teorisi, canlılığın kademe kademe, küçük değişikliklerle evrimleştiğini iddia eder. Bu iddiaya göre, canlı türleri arasında, her iki canlı türünden bazı özellikler taşıyan “ara formların” yaşamış olması gerekir. Ancak fosil kayıtlarında bu ara formlardan eser bulunmamaktadır. Aksine, farklı canlı grupları fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkmakta ve milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişim geçirmeden kalmaktadırlar. Paleontolojinin ortaya koyduğu bu büyük bulgu, canlı türlerinin arkalarında bir evrim süreci olmadan varolduklarını göstermektedir.
Bu gerçek uzun yıllar boyunca paleontologlar tarafından gözardı edilmiş ve hayali ara formların bir gün bulunacağı umudu korunmuştu. Ancak 70″li yıllarda, bazı paleontologlar, bunun yersiz bir beklenti olduğunu ve fosil kayıtlarındaki boşlukların “gerçek” sayılması gerektiğini kabul etmişlerdir. Ancak söz konusu paleontologlar, evrim teorisinden vazgeçmeyi kabul edilemez bir düşünce saydıkları için, bu gerçeğe evrim teorisi içinde bir açıklama aramaya çalıştılar.
Bu arayış içinde olan evrimcilerden Harvard Üniversitesi paleontologları Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge, 1970’lerin başlarında, “kesintiye uğratılmış denge” (“punctuated equilibrium“) olarak bilinen farklı bir evrim modelini sundular. Bu modeli savunan bilim adamları canlı türlerinin Darwin”in öngördüğü gibi kademeli küçük değişikliklerle değil, ani ve büyük değişikliklerle oluştuğunu öne sürdüler.
Ancak bu model de, diğer evrim teorisi modelleri gibi birçok çelişki ve mantıksızlıklarla doludur.
Sıçramalı evrim teorisi olarak da anılan bu evrim modeli, bugünkü haliyle, canlı popülasyonlarının çok uzun süreler boyunca değişim göstermediklerini, bir tür “denge” (equilibrium) durumunda kaldıklarını kabul eder. Bu iddiaya göre evrimsel değişiklikler, çok kısa zaman aralıklarında ve çok dar popülasyonlar içinde gerçekleşir. (Denge, kesintiye, yani “punctuation”a uğratılır.) Popülasyon çok dar olduğu için büyük mutasyonlar çok kısa sürede doğal seleksiyon tarafından seçilir ve böylece yeni tür oluşumu sağlanır.
Örneğin, bu teoriye göre, bir sürüngen türü milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişikliğe uğramadan yaşamını sürdürür. Ancak bu sürüngen türünün içinden bir şekilde ayrılan az sayıdaki bir grup sürüngen, nedeni açıklanamayan bir seri yoğun mutasyona maruz kalır. Bu mutasyonların avantaj sağlayanları bu dar grup içinde hızlı bir biçimde seçilir. Grup hızla evrimleşir ve kısa sürede bir başka sürüngen türüne, hatta belki de memelilere dönüşür. Tüm bu süreç çok hızlı olduğu ve dar bir popülasyonda gerçekleştiği için de, geriye çok az fosil izi kalır, belki hiç kalmaz.
Dikkat edilirse, aslında bu teori kanıttan değil, kanıtsızlıktan kaynak bulmaktadır. Teori sadece “geride fosil izi bırakmayacak kadar hızlı bir evrim süreci nasıl hayal edilebilir” sorusuna cevap geliştirmek için ortaya atılmıştır. Bu cevabı geliştirirken de, iki temel varsayım kabul edilmektedir:
1. “Makromutasyonların”, yani canlıların genetik bilgisinde büyük değişimler oluşturan geniş çaplı mutasyonların, canlılara avantaj sağladıkları ve yeni genetik bilgi ürettikleri varsayımı.
2. Sayıca dar olan hayvan popülasyonlarının, genetik yönden daha avantajlı oldukları varsayımı.
Oysa her iki varsayım da bilimsel bulgularla açıkça çelişmektedir. Sıçramalı evrim teorisi, az önce belirttiğimiz gibi tür oluşumuna yol açan mutasyonların çok büyük ölçeklerde gerçekleştiğini ya da bazı bireylerin üst üste yoğun mutasyonlara maruz kaldıklarını varsaymaktadır. Oysa bu varsayım, genetik biliminin tüm gözlemsel verilerine aykırıdır.
Yüzyılın ünlü genetikçilerinden Fisher”ın deney ve gözlemlere dayanarak ortaya koyduğu bir kural, bu varsayımı açıkça geçersiz kılmaktadır. Fisher, bir “mutasyonun bir canlı popülasyonunda kalıcı olabilmesinin, mutasyonun fenotip üzerindeki etkisiyle ters orantılı” olduğunu bildirir. 4
Bir baţka deyiţle, bir mutasyon ne kadar büyük olursa, toplulukta kalıcı olması şansı da o kadar azalır. Bunun nedeni ise çok açıktır: mutasyonlar canlıların genetik bilgisinde rastlantısal değişiklikler oluştururlar ve hiçbir zaman canlının genetik bilgisini geliştiren bir etkileri yoktur. Aksine, mutasyondan etkilenen bireyler ciddi hastalık ve sakatlıklara maruz kalır. Dolayısıyla bir birey mutasyondan ne kadar fazla etkilenirse, yaşama şansı da o kadar azalacaktır.
Gözlem ve deneyler, mutasyonların genetik bilgiyi geliştirmediğini ve canlıları tahrip ettiğini gösterirken, sıçramalı evrim savunucularının mutasyonlardan neo-Darwinistler”den bile daha büyük “başarılar” beklemeleri, açık bir tutarsızlıktır.
“Hayali Ara Geçiş Formları” Çizmek, Evrime Kanıt Sağlamaz:
Focus dergisinin en büyük yanılgılarından biri yine “Darwin’i Yakmalı”mı başlıklı yazıda yeralmaktadır. İki sayfanın ortasına çizilen farklı delikli fosillerinin çizimlerinin arasına, hayali ara geçiş formlarının çizimleri de eklenmiş ve bu çizimlerin altında şu yoruma yer verilmiştir: “Darwin’e göre, yeni türlerin oluşumu, “doğal ayıklama’nın harekete geçirdiği küçük farklılıkların derece derece birikmesiyle gerçekleşiyor. Bu oluşum, yukarıdaki “delikliler”in fosillerindeki değişim serisinde açık ve somut bir biçimde görülüyor.” Oysa resimde görülen, asılları olmayan fosillerin hayali çizimleri ile tamamlanmış hayali bir seridir. Evrimciler, hiçbir canlı türünün diğerine evrimleştiğini gösteren bir tek ara geçiş formuna ait fosil dahi bulamadıkları için bu açıklarını hayali çizimlerle gizlemeye çalışmaktadırlar.
Focus dergisi Darwinizm”i savunmak—ve bunu yaparken komik duruma düşmemek—amacındaysa, o zaman hayali senaryolar yazmak yerine, sözünü ettiği “küçük farklılıkların derece derece birikmesi” senaryosunu kanıtlara dayandırmaya çalışmalıdır. Gerçekten “küçük farklılıkların derece derece birikmesiyle” evrimleşen canlılara dair fosiller göstermeli, dahası canlıların göz, kulak, kanat, solunum sistemi gibi kompleks organ ve sistemlerinin nasıl olup da “küçük farklılıkların derece derece birikmesiyle” oluşabileceğini açıklamalıdır. Ancak hiç bir evrimci bunları yapamadığı gibi Focus dergisi de yapamamaktadır. Çünkü sözkonusu “ara geçiş fosilleri” yoktur ve farklı canlı gruplarının “küçük farklılıkların derece derece birikmesiyle” oluşabileceğini gösteren teorik bir açıklama bile mümkün değildir.
Focus Dergisinin Darwin’i Dindar Gösterme Çabaları:
Focus dergisindeki yazılarda görülen bir başka nokta ise, yazıların Darwin’in şahsını kurtarma çabaları idi. Örneğin “Türlerin Kökenine Yolculuk” başlıklı yazıda Darwin’in aslında kitabında “Tanrısal bir yaratılış” fikrini benimsediği belirtilmektedir. Ancak, bu iddialanın aksine, Darwin genç yaşlarından itibaren Yaratıcı”nın varlığına inanmamış, ancak ailesinden ve çevresinden alacağı tepkilerden çekindiği için bu yönünü gizlemiştir.
Darwinist tarihçi Gertrude Himmelfarb, Darwin and Darwinian Revolution (Darwin ve Darwin Devrimi) adlı kitabında “Darwin’in inançsızlığının tüm ölçüsü ne onun basılan çalışmalarında ne de basılan otobiyografisinde görülebilir, bu detaylar sadece onun otobiyografisinin orijinal versiyonunda vardır.” 5 demektedir. Yine Himmelfarb’ın kitabında, Darwin’in oğlu Francis Darwin’in, The Life and Letters of Charles Darwin (Charles Darwin’in Hayatı ve Mektupları) adlı kitabı yayınlayacağı sıralarda Darwin’in eşi Emma’nın buna karşı çıkarak, onun ölümünden sonra skandalların oluşmasına izin vermek istemediği belirtilmektedir.
Neo-Darwinizm’in kurucularından ünlü biyolog Ernst Mayr ise Darwin’in inançsız olduğunu şöyle açıklamaktadır:
“Darwin’in 1836-39 yıllarında, Malthus’un yazılarını okumadan önce inancını yitirdiği aşikardır. Arkadaşlarının ve karısının hislerini incitmemek için yayınlarında daha çok Allah’ın varlığına inanan bir üslup kullanmıştır. Fakat not defterlerindeki ifadelerinin çoğu bir materyalist olduğunu göstermektedir.” 6
Darwin 1876’da yazdığı bir mektubunda da inançsızlığını açıkça itiraf etmektedir:
“Ben, “Allahsız” diye adlandırılmayı hak ediyorum. Bu sonuç, anımsayabildiğim kadarıyla, Türlerin Kökeni’ni yazdığım zaman kafamda güçlü olarak yer ediyordu.” 7
Darwin, ailesinin tepkisini dikkate aldığı için hayatı boyunca dini konulardaki fikirlerini büyük bir gizlilik içinde tutmuştur. Aslında bu gizliliğin sebebini bizzat kendisi şöyle açıklamıştır:
“Yıllar önce bir arkadaşım eğer İngiltere’de bilimi geliştirmek istiyorsam, bana şiddetle çalışmalarımda din konusuna yer vermemeyi tavsiye etti; ve bu beni iki konunun ortak ilişkisini düşünmemeye itti. Eğer gelecekte dünyanın ne kadar liberal olacağını tahmin edebilseydim, belki de farklı davranırdım. 8 ” Darwin’in bu din aleyhtarı görüşleri günümüz evrimcilerine de miras kalmıştır. Nasıl ki Darwin çocukların eğitiminde Allah inancını tanımalarına fırsat vermek istememişse, benzer şekilde bugünün evrimciler de okullarda yaratılışın anlatılmasına şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Pek çok ülkede eğitim müfredatlarından “yaratılış” konusunu çıkarmak veya bu konudan söz edilmesini engellemek için yoğun bir lobi faaliyeti içindedirler.
“Ichthyosaurus Fosili”nin Bilimin Evrim Teorisini Kabul Etmesine Yolaçtığı İddiasındaki Yanılgılar
Focus dergisinde yayınlanan “Türlerin Kökenine Yolculuk” başlıklı yazıda ise, “Ichthyosaurus” isimli fosilin bulunmasının bilimin evrimi kabul etmesine yolaçtığı iddia edilmektedir. Oysa adı geçen fosilin evrim teorisine bilimsel bir geçerlilik kazandıracak hiçbir özelliği bulunmamaktadır.
Ichthyosaur olarak bilinen canlılar, bilinen en önemli deniz sürüngenlerinden biridir. Bu canlılar evrim teorisine bir delil olmaktan çok evrim teorisinin en önemli çıkmazlarından birini oluştururlar, çünkü evrimciler bu canlıların kökenini açıklayamamaktadırlar. Colbert ve Morales, Evolution of the Vertebrates adlı kitaplarında bu canlıların kökeni hakkında evrimci bir yorum yapılamayışını şöyle kabul ederler:
“Deniz memelilerinin pek çok yönden en özelleţmiţ türü olan Ichthyosaur, erken Triasik devrinde ortaya çıkmıştır. Sürüngenlerin jeoloji tarihine girişleri son derece ani ve dramatik bir şekilde olmuştur; Triasik öncesi devirlere ait fosil yataklarında, Ichthyosaurların muhtemel atalarına ait hiçbir iz yoktur… Ichthyosaur ilişkileri hakkındaki en temel sorun, bu sürüngenleri bilinen başka herhangi bir sürüngen takımına bağlayabilecek hiçbir sonuca götürücü delilin bulunamayışıdır.” 9
Bir başka omurgalı tarihi uzmanı Romer ise şöyle yazmaktadır:
“(Ichthyosaur hakkında) hiçbir ilkel form bilinmemektedir. Ichthyosaur yapısının kendine özgü özellikleri, gelişmek için çok uzun bir zaman dilimi gerektirmektedir ve dolayısıyla bu canlıların çok eski bir kökene sahip olmalarını gerektirir. Ama bu canlıların atası olarak kabul edilebilecek hiçbir Permiyen devri sürüngeni bilinmemektedir.” 10
Sonuç olarak, Focus dergisinin Ichthyosaur fosilini evrim teorisinin bilimsel kanıtı gibi gösterme çabası, bilim dışıdır.
Focus Dergisinin Darwin’in ve Evrim Teorisinin Masumluğu İle İlgili Yanılgıları
Focus dergisinde yeralan “Darwin’in Kötü Öğrencileri, Niyet Kötü Evrim Bahane” başlıklı bölümüde ise, Darwin’in düşüncelerinin Marksizm ve Faşizm gibi birbirine tamamen zıt gibi gözüken iki ideoloji için uygun zemin hazırladığından bahsedildikten sonra Charles Darwin’in bunda bir payı olmadığı öne sürülmektedir. Özellikle de öjenizm ve ırkçılık konularında Darwin tamamen temizlenmekte ve hiçbir zaman bu tür iddialarda bulunmadığı belirtilmektedir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki Focus dergisi yazarının, geçtiğimiz yüzyılı kana bulayan Komünizm ve Faşizm gibi iki kanlı ideolojinin, Darwinizm’in hazırladığı zeminde yeşerdiklerini ve Darwinizmden aldıkları destekle, onun kazandırdığı meşruyetle bu noktaya gelebildiklerini kabul etmesi doğru bir yaklaşımdır. Fakat bütün bunlarda Charles Darwin’in bir payının olmadığını, kötü niyetli bazı kişilerin evrim teorisini kullanarak kendi insanlık dışı ideolojilerine kılıf oluşturduklarını ifade etmek ve böylece Darwin’i aklamaya çalışmak hatalı ve boşuna bir çabadır. Çünkü Darwin, yazılarında “Sosyal Darwinizm”e özellikle zemin hazırlamış, ırkçılığı ve öjeniyi desteklemiştir.
Darwin’in bu ideolojilerin güçlenmesindeki payını şöyle özetleyebiliriz:
Darwin ortaya attığı teori ile insanlara “tesadüfler sonucu kendiliklerinden meydana gelmiş, hayvanlarla ortak atadan evrimleşmiş canlılar” olduklarını telkin etmiştir. Buna inanan insanlar hayvanlara benzer bir yaşam sürmekte sakınca görmedikleri gibi, insanlara özgü vicdani kaygıları da bir yana bırakarak, ahlaki ve insani değerlerini kolayca yitirmişlerdir. Bu noktadan bakıldığında dünyanın pek çok yerinde insanların ve toplumların içine düştüğü ahlaki dejenerasyonda Darwin’in bu fikirlerinin payının ne kadar büyük olduğu daha iyi anlaşılır. Çünkü bu mantığa göre tesadüfen oluşmuş varlıklar başıboşturlar, yaptıklarından dolayı kimseye karşı sorumlu değildirler, dolayısıyla her türlü suçu ve ahlaksızlığı işleyebilirler. Bencillik, acımasızlık, açgözlülük, kıskançlık, rekabet, ahlaksızlık, vahşet ve daha pek çok şey serbesttir. Evrimci mantığa göre doğru ya da yanlış diye kavramlar yoktur. Çünkü doğru ve yanlışı belirleyen İlahi kanunlar reddedilir..
Nitekim günümüz evrimcileri de bu gerçeği tasdiklemektedirler. Bu konuda evrimci bir bilim adamı olan P.J. Darlington şunları söyler:
“Birinci nokta bencillik ve vahşet içimizdeki doğal bir şeydir, en uzak atamızdan bize miras kalmıştır… O zaman vahşilik insanlar için normaldir; evrimin bir ürünüdür” 11
Darwin, teorisinde doğadaki canlılar arasında bir rekabet olduğunu, bu mücadelede güçlü olanların kazanacağını, zayıf olanların elenmeye mahkum olduğunu ileri sürmüştür.Ancak Darwin bunu yalnızca tabiat için düşünmemiş, aynı zamanda insan toplumları için de öngörmüştür. Böylece ırkçılığın, emperyalizmin ve savaşın destekçisi olmuştur. Bu nedenle Darwin’in bu suçların baş aktörlerinden biri olduğunu reddedip, onu aklamaya çalışmak değil, konunun özüne inip, teorinin altında yatan tehlikeli fikri görmek gerekir.
Darwin’in ırkçılığı savunan ve körükleyen sözleri oldukça açıktır ve bu sözler Darwin’in iddia edildiği gibi hiç de masum olmadığının göstergesidir. Örneğin aşağıdaki ifadelerinde tam anlamıyla ırkçı bir bakış açısı sergilemektedir. Üstelik Avrupalıları medeni insanlar olarak görmesine karşın, zencileri ve Avustralya yerlilerini goriller ve maymunlarla bir tutarak, ırklar arasındaki mücadeleyi de körüklemektedir:
“Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da…kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride olan babun türü maymunlar kalacaktır.” 12
Darwin bir başka ifadesinde ise öjeni ile ilgili olarak şöyle demektedir:
Yabanıl insanların vücutça ve kafaca zayıf olanları eleniverir; ve sağ kalanlar çoğunlukla, gerçekten sağlıklı kimselerdir. Öte yandan biz uygar insanlar, elenme sürecini engellemek için elimizden geleni yaparız; geri zekalılar, sakatlar ve hastalar için bakım evleri kurarız; yoksulları koruma yasaları çıkarırız; tıp uzmanlarımız her hastayı yaşatmak için en son ana kadar bütün ustalıklarını gösterir……. Böylece uygarlaşmış toplumların zayıf bireyleri kendi soylarını sürdürmektedir. Evcil hayvan yetiştiriciliği yapmış hiç kimse, bunun insan ırkına büyük zararı dokunduğundan şüphelenmez.” 13
Darwin’in ırkçılık, çatışma ve soykırım konularında insanlığa verdiği zararları çağdaşları da fark etmiştir. Örneğin Darwin’in yakın arkadaşı olan Prof. Adam Sedwick “Türlerin Kökeni”ni okuduğunda “Bu kitap toplum tarafından genel bir kabul gördüğü takdirde dünyada daha önce hiç görülmemiş şekilde insan ırklarında bir soykırım yaşanacaktır” 14 demişti. Sedwick’in öngörüsü gerçekten de haklı çıkmıştır.
Türkleri elimine edilmesi gereken bir ırk olarak nitelendirmesi de Charles Darwin’in ırkçı görüşlerini anlamak için yeterlidir.
Kısacası Focus dergisinin Darwin’i ve Evrim teorisini aklama çabaları yanlıştır. Charles Darwin dünyaya çok büyük zararlar getiren bir teoriyi ortaya atmakla, bu teoriden güç alarak işlenen her türlü suçun sorumluluğuna ortak olmuştur. Bu nedenle günümüz evrimcilerinin dünyayı savaşa, mücadeleye, kan ve çatışmaya boğan böyle bir ideolojinin sahibini desteklemek yerine, objektif yaklaşarak, gerçekleri görmeleri isabetli olacaktır.
Dünya Darwin’in sandığı gibi bir mücadele ve çatışma yeri değildir. Tam tersine barışın, dostluğun, huzurun ve kardeşliğin yaşanacağı bir yerdir. Allah dünyayı bunun için yaratmıştır. İnsanların ırkları veya soyları üstünlük konusu olamaz, üstünlük yalnızca takvaya göredir. Allah Kuran’da bu gerçeği şöyle bildirmiştir:
“”Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır.”” (Hucurat suresi, 13)
Ali Demirsoy”un “Doğadaki Savurganlık” Yanılgısı
Demirsoy Focus dergisindeki yazısında doğada pek çok canlının öldüğünü, örneğin pek çok yumurtadan sadece az bir kısmının hayatta kaldığını belirtmektedir. Sonra da bunun “bilinçli tasarım”la çeliştiğini iddia etmektedir ki, bu son derece yüzeysel ve temelsiz bir iddiadır. Bu konuda bir kaç ayrı hususu belirtmek gerekir:
1) Bilinçli tasarım, canlıların nasıl ortaya çıktığı konusuna cevap veren bir açıklamadır. Doğanın nasıl işlediği, canlı türleri arasındaki ilişkiler, bundan farklı bir konudur. Demirsoy”un, mevcut canlılar arasındaki ilişkilerden yola çıkarak, bu canlıların ilk kez nasıl ortaya çıktığı konusunda yorum yapması, tutarlı bir mantık değildir.
2) Konunun daha da önemli yönü ise, Demirsoy”un kullandığı “savurganlık” kavramının son derece aldatıcı olmasıdır. Aldatıcıdır, çünkü doğanın genel dengesini göz ardı etmekte, sadece bir kaç örnek üzerinden çıkarım yapmaya çalışmaktadır. Örneğin bir sürüngenin bıraktığı yumurtalardan çoğunun başka hayvanlar tarafından yenmesi, sadece çok az sayıda embriyonun yaşama adım atmasını ele alalım. Demirsoy”a göre bu bir “savurganlık”tır. Halbuki diğer hayvanlar tarafından yenen yumurtalar, “atılmamakta”, bu hayvanlar için bir besin oluşturmaktadır. O havyanlar da muhtemelen başka etobur canlılara yem olmaktadır. Ölüp, ceset haline gelip toprağa karışan her organizma, bakteriler için besin kaynağıdır. Bakteriler ise başka yönlerden yaşama katkı sağlamaktadırlar. Gerçekte doğaya bakıldığında, organik yaşamın sürekli bir çevrim ve büyük bir denge içinde olduğu görülür.
Dünyada milyonlarca farklı canlı türü yaşamaktadır. Bu canlılar içinde sadece bitkiler kendi besinlerini üretebilirler (fotosentez yoluyla). Hayvanlar ise ya bitkileri veya diğer hayvanları besin olarak kullanırlar. Bu besin dengesi o kadar iyi kurulmuştur ki, hiç bir tür aşırı derecede çoğalıp yeryüzünü istila etmez. “Ekolojik denge” denen bu sistem, sadece insan müdahalesi durumunda bozulmaktadır.
Sözkonusu ekolojik denge o kadar hassas bir düzene sahiptir ki, insanlar tarafından tüm modern teknolojiye rağmen taklit edilememektedir. “Yapay ekolojik denge” kurma çalışmaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun en ünlü örneği, ABD”de yürütülen “Biosphere 2” denemesidir. Columbia Universitesi”nde bilim adamları tarafından dev bir sera kurulmuş, dış dünyadan tamamen izole edilmiş, dışarıdan sadece güneş ışığı alan bu dev seranın içinde, sayı ve türleri inceden inceye hesaplanmış bitki ve havyanlar yerleştirilmiş ve bu yapay dengenin korunmasına çalışılmıştır. Ancak ilerleyen aylarda dengenin giderek bozulduğu görülmüş, türler ölmeye başlamış ve çalışma başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bir kaç kilometre karelik bir alanda, ince hesaplamalar ve teknoloji yardımıyla kurulamamış olan ekolojik dengenin, tüm bir gezegende kusursuz olarak işliyor olması, Demirsoy”un iddia ettiği gibi “bilinçli tasarım”ın aleyhinde değil lehinde bir kanıttır.
Kaldı ki, “Biosphere 2” denemesi, zaten var olan canlı türlerinin arasında yapay bir denge kurma çabasıdır. Oysaki dünyamızdaki denge, tamamen ölü bir gezegende, hiç bir canlı yok iken, yani yoktan yaratılmış canlılarla kurulmuştur. Bu, Demirsoy”un iddiasının aksine, yaratılışın açık bir kanıtıdır. Nitekim Kuran”da, yeryüzündeki yaşamın Allah”ın bir mucizesi olduğu haber verilmektedir:
“”Yere (gelince,) onu döşeyip-yaydık, onda sarsılmaz-dağlar bıraktık ve onda her şeyden ölçüsü belirlenmiş ürünler bitirdik.
Ve orda sizler için ve kendisine rızık vericiler olmadığınız kimseler (varlıklar ve canlılar) için geçimlikler kıldık.
Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın; ancak onu belirlenmiţ bir miktar olarak indiririz.
Ve aşılayıcılar olarak rüzgarları gönderdik, böylece gökten su indirdik de sizleri suladık. Oysa siz onun hazine-koruyucuları değilsiniz.
Şüphesiz biz, gerçekten biz yaşatır ve öldürürüz ve varis olanlar biziz.”” (Hicr Suresi, 19-23)
Prof. Demirsoy’un Türk Milleti Hakkındaki Yanılgısı:
Prof. Demirsoy, Focus dergisindeki “Darwin ve Evrim” başlıklı yazısında Darwin’in “gelişmemiş ırkların eninde sonunda gelişmiş ırkların egemenliği altına gireceği” iddiasını desteklemiş ve Türk Milleti’nin kendisinden daha ileri milletlerin egemenliği altına girerek, Darwin’in bu iddialarını kanıtladığını öne sürmüştür.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, bugüne kadar Türk Milleti hiç bir ülkenin egemenliği altına girmemiştir ve Allah”ın dilemesiyle bundan sonra da girmeyecektir. Tarih boyunca milletimiz, maddi ve manevi pek çok üstünlük sergilemiş, aklı, vicdanı, adaleti ve hoşgörüsü ile 3 kıtaya hakim olmuş, üstün bir milletir.
Milletlerin ve insanların üstünlükleri, Darwin’in ve Prof. Demirsoy’un sandığı gibi ırklarında veya fiziksel özelliklerinde değil, sahip oldukları manevi değerlerdedir. Ve milletimizin değerleri, inandığı ve yaşadığı İslam ahlakı sayesinde, güçlü ve erdemlidir.
Darwin ve taraftarları ise, insanları ırklarına göre değerlendirmiş, bazı ırkları henüz gelişimini tamamlamamış geri ve aşağı ırklar olarak tanımlamışladırlar. Nitekim Darwin Türk Milletini de bir arkadaşına yazdığı bir mektupta kendince “aşağı ırk” olarak tanımlamış ve yakın bir gelecekte ileri ırklar tarafından yokedileceğini öngörmüştür. 15 Unutmamak gerekir ki Darwin’in bu iddiaları, II. Dünya Savaşı’nda dünyayı kana bulayan faşizmin ve aynı zamanda bugün Avrupa’da vatandaşlarımıza yönelik ırkçı saldırıların ilham kaynağını oluşturmaktadır. Prof. Demirsoy”a tavsiyemiz, bu yanılgıdan etkilenmemesi, milletler arasındaki ilişkileri Sosyal Darwinist bir çatışma olarak görmekten vazgeçmesidir.
Prof. Demirsoy’un Tüyler Ürperten İddiaları
Prof. Demirsoy Focus dergisindeki yazısında, daha önceleri de katıldığı bazı tartışma programlarında, konferanslarda veya kitaplarında bahsettiği gibi, öjeniyi savunmakta ve kendisini “Biyolojik Faşist” olarak tanımlamaktadır. 16
Demirsoy, inandığı öjeni prensibi çerçevesinde, yazısında hastaların, fakirlerin, ihtiyaç içindeki insanların korunmalarının ve bakılmalarının doğanın dengesine aykırı olduğunu, bunun bu dengeyi bozduğunu öne sürmüş ve çözüm olarak ilaç kullanılmamasını tavsiye etmiştir.
Kendisine Darwin’in düşüncelerini örnek alan Demirsoy şöyle demiştir:
“Darwin’in ayrıca bir söylediği de şuydu, ‘Fakir toplumlar istedikleri kadar çok çocuk yapsınlar, bunun çok büyük zararı olmaz; çünkü burada zaten ölüm oranı çok yüksek olacaktır ve ayıklanma fazladır.’ Bence doğru da söylemiştir.”
Darwin’in fakirlerin fazla çocuk yapmalarını sakıncalı görmemesinin nedeni zaten ölecek olmalarıdır. Demirsoy ise, Darwin’i haklı bulmakta, ancak tıbbi gelişmeler ve bulanan antibiyotiklerin bu insanları”gereksiz yere” iyileştirdiğini ve doğanın dengesinin bu yüzden bozulduğunu iddia etmektedir:
“Ama Darwin antibiyotiğin bulunacağını bilemezdi. Yani, bu kadar ilacın ve tıbbi gelişmenin, insan soyuna yapılacak müdahalelerin geleceğini bilemezdi. Dolayısıyla bugün çok çocuk yapan ailelerin çocukları da yaşamış oluyor. Böylece denge bozulmuş ve doğal ayıklanma önlenmiş oluyor. Tabi bir sürü hastalıklı, rahatsız ve zayıf olan birey, kalıtsal materyallerini gen havuzuna sokmuş oluyor.”
Demirsoy’un yukarıdaki sözlerinde bahsettikleri herhangi bir canlı türü değil, insanlardır. Demirsoy, görüldüğü gibi, hastalıklı, rahatsız ve fakir insanların ilaçlarla ve tıbbın imkanları ile yaşatılmalarını doğaya aykırı bir davranış olarak görmekte ve dikkat edilirse insanlardan herhangi bir hayvan türünden bahseder gibi bahsedebilmektedir.
Demirsoy bu “sorun”a getirdiği çözümü ise şöyle belirtmektedir:
“…eğer insanlar gerçekten doğal yaşamak istiyorlarsa, en azından ilaç kullanmamaları gerekiyor. Örneğin hastalıklarda ilaç kullanmak, doğaya doğrudan doğruya bir müdahaledir. Çünkü doğanın kendisinde olmayan bir nesneyi sisteme sokmuş oluyorsunuz.”
Demirsoy’un bu fikirleri, Darwinizm’den esinlenen Nazi Almanyası’nda savunulan ve uygulanan öjeni tezi ile tamamen paraleldir.
Öjeni, “ırk ıslahı” anlamına gelen bir kavramdır. Darwin”in yolunu izleyen biyologlar tarafından ortaya atılmıştır. İnsanları bir hayvan türü olarak gören, dolayısıyla hayvanlar için geçerli kuralları insanlara uygulayan öjeni teorisyenleri, insan neslinin de inekler veya köpekler gibi “hayvan yetiştiriciliği” yöntemiyle geliştirilmesini hedeflemiştir. Öjeni teorisyenlerine göre bir toplumdaki sakatlar ve hastaların çoğalmasıönlenmeli, (gerekirse bunlar öldürülmeli) sağlıklı bireyler ise bolca “çiftleştirilerek” sağlıklı ve güçlü nesiller oluşturulmalıdır.
Bu teoriyi ilk kez isimlendiren ve uygulayan kiţi, Charles Darwin”in kuzeni olan—ve onun teorisinden etkilenen—Francis Galton”dur. Galton”dan sonra ise, Almanya”nın en ünlü Darwinist biyoloğu Ernst Haeckel (1834-1919), bu teoriyi geliştirmiştir. Haeckel, bir ırkı geliştirmek ve sözde evrimsel ilerlemesini hızlandırmak için, sakat, geri zekalı ve kalıtsal hastalıklara sahip insanların öldürülmesini savunmuştur! Haeckel, Wonders of Life adlı kitabında, “sakat doğan bebeklerin hiç vakit yitirilmeden öldürülmesini” istemiş ve bu bebeklerin henüz bir bilince sahip olmadıklarını ileri sürerek “bunun bir cinayet sayılmayacağını” iddia etmiştir. 17 Haeckel sadece sakat doğan bebeklerin değil, toplumun sözde evrimine engel olan tüm hasta ve sakat insanların “evrim yasaları” gereğince ayıklanmasını istemiştir. Hastaların tedavi edilmesine karşı çıkmış, bu tedavinin doğal seleksiyonu engellediğini ileri sürerek şöyle yazmıştır:
İyileşmesi mümkün olmayan yüz binlerce hasta, örneğin akıl hastaları, cüzzamlılar, kanser hastaları yapay olarak hayatta tutulmakta, ama bu kendilerine veya toplumun geneline hiçbir yarar getirmemektedir… Bu kötülükten kurtulabilmek için, yetkili bir komisyonun kararı ve gözlemiyle hastalara hızlı ve etkili bir zehir verilmelidir. 18
Haeckel”in teorisini kurduğu bu vahşet, Nazi Almanyası tarafından uygulamaya konmuştur.
Demirsoy da görüldüğü gibi Haeckel veya Nazi ideologları ile tamamen aynı fikirleri savunmaktadır. Ayrıca Demirsoy, hemen bu iddiasının ardından Darwinizm’I okullarda öğretmek gerektiğini, aksi takdirde insanlığın gerisinde kalacağımızı öne sürmektedir.
Oysa Demirsoy’un bu fikirlerinin gençlere öğretilmesi ve benimsetilmesinin, bir toplum için ne büyük bir tehlike olacağı aşikardır. Aklı selim sahibi herkes, Demirsoy’un istediği insan modelinin ne kadar tehlikeli olacağını hemen görecektir. Bu modelde Darwinist “biyolojik faşistler” tarafından, zayıf, hasta, bakıma muhtaç, fakir insanların bakılmadığı, kısırlaştırıldığı, yokolmaya mahkum edildiği, hastalara ilaç verilmediği, yardım elinin uzatılmadığı, bencil ve sadece kendi soyunun devamını düşünen bir yapı sunulmaktadır. Darwinist dünya görüşünün sunduğu bu modele karşılık, Kuran ahlakının insanlara sunduğu toplum modeli bambaşkadır. Kuran ahlakına göre ise, insanlar birbirlerine şefkat ve merhamet duyarlar, hasta, zayıf, güçsüz olanı korur, bakımını üstlenirler, esirlerine dahi kendileri aç oldukları halde öncelik tanırlar, ihtiyaçlarından arta kalan tüm varlıklarını ihtiyaç içinde olanlar için harcarlar, yetimi, yolda kalmışı korurlar. (Nur Suresi-22, Haşr Suresi-9, İsra Suresi-23/24, Nisa Suresi-36, Tevbe Suresi-60, Zariyat Suresi-19, İnsan Suresi-8/9…)
Allah bir ayetinde fakirleri hor gören, onları kollamayan insanların cehennemle karşılık bulacaklarını bildirmektedir:
“Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?”
Onlar: “Biz namaz kılanlardan değildik” dediler.
“Yoksula yedirmezdik.” (Müddessir Suresi, 42-44)
“”Dini yalanlayanı gördün mü?
İşte yetimi itip-kakan,
Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur.”” (Ma’un Suresi, 1-3)
Darwinizme uyulduğunda, insanların hayatta kalmak için birbiri ile kıyasıya mücadele ettiği, dünyanın kaynak dengesini bozmamak için, fakirleri, hastaları, gücsüzleri yoketmenin yollarının arandığı, bencilliğin, sevgisizliğin ve acımasız rekabetin hakim olduğu toplumlar oluşacaktır. Kuran ahlakına uyulduğunda ise fedakarlık, sevgi, hoşgörü, saygı, barış ve huzur dolu toplumlar oluşacaktır. Akla ve vicdana sahip her insanın Darwinizmi büyük bir tehlike olarak görerek, Kuran ahlakına yöneleceği çok açıktır.
Ayrıca, Sayın Demirsoy, “hastalara ilaç vermeyin, böylece hastalıklıları yaşatıp doğanın dengesini bozmayın” derken, kendi yakınları, sevdikleri hastalandığında, ilaca ve korunmaya muhtaç bir duruma geldiğinde nasıl davranacağını düşünmüş müdür? Acaba doğanın dengesini korumak, Darwin’in “doğal ayıklanma yasasına” sadık kalmak için, yakınını, sevdiği insanları ölüme terkedebilecek midir? Yoksa bu önerisi “başkalarının sevdikleri, yakınları, çocukları, anne ve babaları, eşleri, kardeşleri” için midir?
Gerçekte insan, herhangi bir canlı türü değildir ve doğal ayıklanmaya da tabi tutulamaz. İnsan akıl ve vicdan sahibi bir varlıktır. Bu nedenle, hayvanlar gibi doğa kanunlarına, orman kanunlarına göre değil, vicdanına ve aklına uyarak yaşar. Aklına ve vicdanına uymazsa da, hayvanlar gibi bir ortamda sürekli savaşarak, çatışarak, birbirinin kanını dökerek, merhamet, şefkat, sevgi ve sadakat duygularına sahip olmadan yaşamaya mahkum olur. Akıl ve vicdanına uyduğu takdirde ise, tam aksi bir ortamda, dayanışma, şefkat, sevgi dolu bir ortamda, sürekli yükselen bir medeniyet içinde yaşar.
Sonuç
Darwinizmin insanlık için ne kadar büyük bir tehlike olduğunu kavrayamayanlar, Prof. Demirsoy’un sözkonusu düşüncelerinin insanlığı nereye götüreceğini düşünerek, bu önemli gerçeğin farkına varmalıdırlar. Özellikle Focus gibi evrimci yayınlar yapan dergilerin, evrim propagandası yaparken, gerçekte neyi savunduklarını ve insanlara nasıl bir hayat görüşünü empoze ettiklerini dikkatlice gözden geçirmeleri, akıl ve sağduyu ile seçim yapmaları son derece önemlidir.
1- J. Budziszewski, “Just the facts, please”, World Magazine, 26 Şubat 2000, http://www.trueorigin.org/kansas8.asp”
2- Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, Harvard Common Press, New York: 1971, s. 33.
3- Norman Macbeth, Darwin Retried: An Appeal to Reason, s. 36
4- R. A. Fisher, “The Genetical Theory of Natural Selection”, Oxford, Oxford Univesity Press, 1930
5- Darwin and the Darwinian Revolution, Gertrude Himmerfarb, Elephant Paperbacks, Chicago, 1962, syf 384
6- Mayr, Ernst, “”Darwin and Natural Selection,”” American Scientist, vol.65 (May/June, 1977) s. 323] (Henry Morris, THAT THEIR WORDS MAY BE USED AGAINST THEM, syf.362
7- Francis Darwin, Charles Darwin”in Yaşamı ve Mektupları, syf. 80-81
8- Darwin and Darwinian Revolution, Gertrude Himmerfarb, Elephant Paperbacks, Chicago, 1962