Milliyet gazetesinin 14 Ağustos 2000, Pazartesi tarihli nüshasının 9. sayfasında yer alan “HAYATIN KÖKENİ YAĞ!” başlıklı yazıda insanın var oluşunun kökenini evrimci bakış açısıyla açıklama gayretlerinin yeni ve gülünç bir örneği daha sergilenmiştir. Söz konusu yazıda, bugüne kadar canlıların kökenini doğa şartları ve tesadüflerle açıklama çabaları her seferinde sonuçsuz kalan ve bilimsel verilerle ters düşen evrimcilerin ürettikleri yeni bir hayal ürünü senaryo anlatılıyor.
İddiaya göre, suya dökülen zeytinyağının bir süre sonra küçük kürecikler halinde ayrışması gibi ilkel dünyadaki okyanuslarda—her nasılsa—bulunan yağ molekülleri de etraflarındaki molekülleri kuşatarak ilk canlı hücrelerini oluşturmuşlar… Yepyeni bir bilimsel buluş olarak lanse edilen bu teorinin sunduğu başka hiçbir bilimsel açıklama yok. Biyoloji hakkında hiçbir bilgisi olmayanların kafasında belki soru işareti bırakabilecek bu görsel senaryonun konuyla biraz ilgili olanları gülümsemekten öteye götürmeyeceği bir gerçek.
En basit bir canlı hücresinin bile ne derece özelleşmiş enzimler, karmaşık organeller, iletişim, üretim ve depolama sistemleri, bilgi bankası, hassas dengeler, çoğalma mekanizmaları içerdiği bilinmektedir. Etrafındaki birkaç molekülü kendi içinde toparlayan bir yağ küreciğinin bu tür kompleks bir yapı meydana getirmesinin ne kadar gerçeklerden uzak olduğu da buradan anlaşılır. Bu bakış açısının, bir deprem bölgesinde yere yayılmış taş, toprak, moloz ve beton kırıklarının grayderlerle küçük küçük arsalarda bir araya sıkıştırılarak binalar, gökdelenler oluşacağını sanmaktan hiçbir farkı yok.
Ama, “biz ne kadar saçma olursa olsun, ne kadar anlamsız ve imkansız görünürse görünsün canlılığın ortaya çıkışını bir şekilde rastlantılara bağlayacağız” gibi bir ön yargıyla bu tür saçma teoriler üretince gülünç duruma düşmek de kaçınılmaz oluyor…
İtalyan Panorama dergisi kaynaklı olduğu belirtilen yazıda, görsel senaryolar dışında her hangi bilimsel bir iddia olmamakla birlikte, bugün bilim dünyasının ortak görüşü olan pek çok gerçekle taban tabana zıt iddia ve kabuller yer alıyor.
Örneğin yazıda, dünyanın ilk zamanlarında “atmosferin azot, metan, amonyak ve karbondan oluştuğu” şeklinde bir ifade geçiyor. 20 yılı aşkın bir süredir evrimci otoriteler tarafından dahi terkedilmiş olan bu tez sanki halen kabul görüyormuş gibi laf arasında geçiriliyor. Oysaki 1950’lerdeki Miller deneyinin temeli olan bu varsayım çoktan çökmüş durumda. Son bilimsel bulgular, dünyanın ilk zamanlarındaki atmosferin, metan ve amonyak içermediğini, onun yerine başlıca azot ve karbondioksit içerdiğini kanıtlamış bulunuyor. Örneğin, 1998″in Şubat ayında yayınlanan ünlü bilim dergisi “Earth”deki “Yaşamın Potası” başlıklı makalede şu ifadeler yer almakta:
“Bugün Miller”ın senaryosu şüphelerle karşılanmaktadır. Bir nedeni, jeologların ilkel atmosferin başlıca karbondioksit ve azottan oluştuğunu kabul etmeleri. Bu gazlar ise 1953″teki deneyde (Miller deneyinde) kullanılandan çok daha az aktifler.”
Bir diğer ünlü bilim dergisi National Geographic”in Mart 1998 sayısındaki, “Yeryüzündeki Yaşamın Kökeni” başlıklı makalede ise, konuyla ilgili şu satırlara yer verilir:
“Pek çok bilim adamı bugün, ilkel atmosferin Miller”in öne sürdüğünden farklı olduğunu tahmin ediyor. İlkel atmosferin, hidrojen, metan ve amonyaktan çok, karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise kimyacılar için kötü haber! Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda.”
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Sonuçta, görüldüğü gibi en ünlü evrim taraftarı yayınlar dahi, ilkel atmosferin metan ve amonyaktan oluşmadığı hakkında fikir birliği halindeyken, söz konusu yazıyı yayınlayanların bu gerçeğin aksini savunmaları akla iki ihtimali getiriyor: Birincisi, “yağ küreciklerinden canlı hücresi oldu” gibi gülünç teorileri üreten “bilim adamları” kendi literatürlerinden habersizler. Bu durumda kendi teorilerinin ne derece bilimsel değere sahip ve muteber olduğu sorusu akla geliyor. İkincisi, aynı “bilim adamları” gerçekleri bildikleri halde kasıtlı olarak çarpıtıyor ve laf aralarında küçük aldatmacalara başvurma ihtiyacı duyuyorlar. Bu durumda da söz konusu teorileri üreten “bilim adamları”nın güvenilirlik, samimiyet ve dürüstlükleri sorgulama konusu haline geliyor.
Yazıda geçen diğer bazı yanıltıcı ifadeler ise şöyle:
– “Genetik enformasyona şekil veren nükleik asitler karmaşık bir biçimde örgütleniyorlar”
Oysa değil DNA, RNA gibi son derece kompleks yapıya sahip ve büyük miktarda enformasyon kodlu olan moleküllerin, bunların tek bir nükleotidinin bile kendiliğinden meydana gelemeyeceği bilinmektedir. Örgütlenme denilen kavram bilinç, akıl ve denetim gerektiren bir süreçtir. Buna rağmen yazıda tek bir cümleyle, sanki bu moleküller zaten kendiliğinden var olmuş, bunun yanı sıra da karmaşık bir biçimde örgütlenmişler gibi bir ifade geçirilmiştir. Bilimsel olarak kendiliğinden gerçekleşmesi imkansız olan böyle bir süreç güya gerçekleşmiş ve bunun da herkesçe bilindiği gibi bir üslupla konu hakkında yeterli bilgisi olmayanları yanıltıcı bir yöntem kullanılmıştır.
– “Enzimler sahneye çıkıyor, farklı zamanlarda enzimler ve RNA parçaları yağ kapsüllerini kolonize ediyor.”
Hiçbir bilimsel değeri ve dayanağı olmayan bir başka cümle… Enzimler canlılarda kompleks reaksiyonları yöneten son derece karmaşık yapılara sahip özelleşmiş proteinlerdir. Yüzlerce hatta binlerce amino asitin hücre içinde özel bir dizilimde dizilmeleriyle üretilen enzimlerin 3-boyutlu amino asit dizilimini belirleyen bilgi canlı hücresinin çekirdeği olan DNA”da kodludur. Yani enzimin oluşması için gereken bilgi DNA”dadır. DNA molekülü olmadan enzimin oluşması mümkün değildir. Ayrıca bir enzimin üretilmesi için DNA”daki bilginin yanı sıra, hücre içindeki pek çok üretim mekanizmasının da (ribozom, mitokondri gibi organeller, taşıyıcı-RNA, mesajcı-RNA gibi nükleik asitler) devreye girmesi gerekmektedir. Yani hücre gibi bu iş için özelleşmiş son derece karmaşık bir laboratuar olmadan doğada kendiliğinden bir enzimin oluşması mümkün değildir. Gerçekler böyleyken “enzimler sahneye çıkıyor” gibi ifadelerin bilimsel bir anlatımdan ziyade hayal mahsulü hikayeler olduğu açıktır. Bu arada aynı cümlede yer alan, RNA parçalarının nasıl olup da kendiliklerinden ortaya çıktıkları da ayrı bir bilmecedir tabii evrimciler için… Ne var ki yazılarında bu açmazları dile getirmektense sanki her aşama kolaylıkla kendiliğinden olup bitmiş, ortada hiçbir sorun yokmuş gibi bir üslup kullanmayı tercih ederler.
– “Genetik enformasyonu kapsayan ön hücreler ortaya çıkıyor.”
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi genetik enformasyon hücre çekirdeğindeki DNA molekülünde kodludur. DNA molekülünün ve içerdiği muazzam bilginin tesadüfler sonucu oluşma ihtimali ise sıfırdır. Ayrıca bir hücrenin çoğalması ve yeni jenerasyonlar oluşturması için az önce bahsettiğimiz gibi yalnızca DNA yeterli değildir. Diğer pek çok özelleşmiş kompleks organel, enzim ve moleküllerin de aynı hücre içinde var olması ve kusursuz işleyen bir düzen ve işbirliği içinde fonksiyon göstermeleri gereklidir. Tüm bu yapıların ve şartların bir arada oluşup işlemeleri ise son derece kompleks bir tasarım gerektirir. Böyle kompleks bir yapı ve tasarım içeren sistemin ise kendiliğinden tesadüflerle meydana gelmesi matematiksel olarak ihtimal dışıdır. Böyle bir sistemin var oluşunu “… ortaya çıkıyor” gibi bir ifadeyle geçiştirmenin ise hiçbir bilimsel açıklama değeri olmadığı ortadadır. Daha doğrusu, evrimci yaklaşımın bilimsel bir açıklaması olmadığı için canlıların var oluşundaki en temel ve kritik noktalar bu tür romansı bir üslupla örtbas edilmeye çalışılır. “Oldu, bitti, ortaya çıktı, sahneye çıktı, meydana geldi” gibi kalıplarla evrimin açıklayamadığı aşamalar geçiştirilerek okuyucu yanlış yönlendirilir. Dikkat edildiğinde hemen tüm evrimci yayınlarda aynı klasik yanıltma ve göz boyama yönteminin kullanıldığı farkedilir.
– “Yağ damlacıkları çevresindeki molekülleri kapsayarak kümeler oluşturuyor. Zaman içinde bazılarının kopyaları oluşuyor.”
Görüldüğü gibi bu da bahsettiğimiz yanıltıcı üslubun kullanıldığı bir başka ifade… Yağ kümelerinin zaman içinde kopyalarının oluşması… Az önce kopyalanarak çoğalma sürecinin ne derece kompleks sistemler gerektiren bir süreç olduğundan ve bu kompleks sistemlerin öyle tesadüfen kendiliğinden ortaya çıkmasının hiçbir biçimde söz konusu olamayacağından kısaca bahsetmiştik. Fakat, bilindiği gibi evrimci düşünce bilimselliği sadece bir slogan ve propaganda malzemesi olarak kullanır. İzlediği yöntem, kullandığı üslup, öne sürdüğü açıklamaların ise hiçbir bilimsel metodla ve yaklaşımla ilgisi yoktur.
Evrimci söylemlerin hemen hepsinde, hayal gücüne dayalı senaryoların, hikayelerin baş rolde olduğu, gerçeklerin ötbas edildiği, kritik noktaların, çelişki, açmaz ve tutarsızlıkların laf oyunlarıyla geçiştirildiği yanıltıcı ve çarpıtıcı bir üslup hakimdir.
Bu yazı da söz konusu klasik evrimci üsluba çok açık bir örnek teşkil etmektedir.