NASA’nın yeni gezegen keşifleri dünya dışı yaşamın varlığına delil değildir

22 Şubat 2017 tarihinde NASA tarafından Spitzer Uzay Teleskopu ile 39 ışık yılı uzaklıkta Trappist-1 adı verilen bir yıldızın etrafında 7 adet gezegenin keşfedildiği duyuruldu. Bu gezegenlerden özellikle üç tanesinin sözde yaşama elverişli koşullara sahip olduğu ve canlılığın evrimsel sürecine ev sahipliği yapmış olabileceği ilan edildi. Bu iddiaya dayanarak başta İngiliz The Telegraph olmak üzere pek çok yayın organında haber yapıldı. Ancak bunlar bilimsel verilerden tamamen uzak, sansasyonel, okuyucunun dikkatini çekmek için özel atılmış manşetlerdi. Manşetin birkaç paragraf altına inildiğinde yeni bulunan gezegenlerde sözde canlılığın evrimi iddiasını destekleyen hiçbir delil olmadığı net olarak görülmektedir. Bu gezegenlerde canlı hayatının neden olamayacağını maddeler halinde inceleyelim.

1. İddia edilen “Yaşanabilir Bölge” tanımı canlılık için yeterli değildir

Yeni bulunan gezegenlerden 3 tanesi için NASA’dan yapılan açıklamada “Yaşanabilir Bölge” (Habitable Zone) tanımı yapılmıştır. Peki hayat penceresi olarak da değerlendirilen bu “yaşanabilir bölge”nin şartları ne olmalıdır? Bunu anlamak için ideal ölçülerle yaratılmış dünyamızı incelemek yeterli. Örneğin Dünya üzerinde yer alan “karbon temelli” canlılığın var olabilmesi için sıcaklığın çok hassas değerler içinde kalması şarttır. İnsan ve pek çok canlının proteinleri 430C’den sonra denatüre olarak canlı özelliklerini yitirirler. 120-1300C sıcaklığa bir müddet dayanabilen bazı mikroorganizmalar olsa da uzun süre bunu devam ettiremezler. Yine 00C altında pek çok canlı donarak yaşamını yitirirken, pek azı yaşam faaliyetlerini oldukça yavaşlatarak canlı kalabilir. Canlılık faaliyetlerinin geri dönebilmesi için, 00C üzeri sıcaklığa kavuşmaları gerekmektedir. Kısacası eksi 2730 C ile milyonlarca derece gibi çok değişken sıcaklık değerleriyle karşılaştığımız evrende, karbon temelli hayatın varlığı ve devamı için bir kaç on derecelik çok küçük bir sıcaklık değerinin korunması ve büyük değişimlerin yaşanmaması şarttır. Bu değerlerin suyun sıvı olarak kaldığı değere karşılık  gelmesi de oldukça önemlidir. İşte hayat penceresi olarak nitelendirebileceğimiz bu değerlere sahip bir yere “Yaşanabilir Bölge” (Habitable Zone) ismi verilir.

Yaşanabilir bölge, hayatın varlığı için mutlaka gereklidir; ancak tek başına hiçbir durumda yeterli olamaz. Dünya şartlarını düşündüğümüzde, sıcaklığın dengesi dışında bilimsel olarak da ispatlanmış onlarca belki de farkında olmadığımız daha yüzlerce “olmazsa olmaz” olarak sayabileceğimiz özellik mevcuttur. Atmosferin varlığı, kalınlığı, gaz bileşimi, dünyanın dönüş hızı, su dengesi, manyetik kalkan, Ay’ın varlığı gibi daha sayabileceğimiz pek çok özellikten her hangi birinin olmaması veya yok olması demek, hayatın tüm dünya üzerinde hiç olmayacağı veya bir anda yok olması demektir.

NASA’nın söz konusu haberle duyurduğu “hayatın var olabileceği gezegenlerin bulunduğu” iddiası ise, bilimsel gerçeklerden uzak, insanların dikkatlerini çekmek üzere yapılmış popülist bir yaklaşımdan ibarettir. NASA’nın buluşu sadece, yaşanabilir bölge sıcaklık değerlerine sahip bazı gezegenlerin keşfinden ibarettir. Oysa yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi hayatın varlığı ve devamı çok hassas değerlerin varlığını gerektirir.

2. Bulunan yeni gezegenler Dünya şartlarına benzemiyor

“Uzayda yeni Dünya’lar bulunduğu” iddiasıyla haberi yapılan bu gezegenlerin, aslında sıcaklık değerleri ve boyutları dışında neredeyse hiç bir özelliği Dünya’ya benzemiyor.

Örneğin Trappist-1, bizim Güneşimizin yanında oldukça küçük ve sönük bir yıldız.  Güneş’le karşılaştırdığımızda 200 kez daha az ısı ve ışık veriyor. Güneş’in yüzey sıcaklığı 5778 K iken, Trappist-1 2550 K sıcaklığa sahip. Yani sadece alacakaranlık diyebileceğimiz bir aydınlık sağlıyor.

Bu düşük enerji yayılımına rağmen Dünya ile benzer sıcaklığa sahip olmalarının sebebi ise gezegenlerin yıldıza çok yakın yörüngeye sahip olmalarıdır. Bu yeni keşfedilen gezegenler Trappist-1’e, Güneş’e en yakın gezegen olan Merkür’den bile daha yakınlar. Bunun sonucu olarak da yıldız çevresinde dönüş süreleri de çok kısa. Yıldıza en yakın konumdaki gezegenin, TRAPPIST-1 etrafında tam bir tur atması sadece 1.5 gün, yıldıza en uzak altıncı gezegenin tam bir tur atmasıysa 18.8 gün sürüyor.

Bu 7 gezegenin birbirine olan mesafeleri de olukça yakın; bazıları Dünya’nın Ay ile olan mesafesinden bile daha yakın.

Görüldüğü üzere, aslında bu gezegenlerin Dünya şartları ile hiç bir benzerliği yok. Çok hızlı yörüngelerinin olması ve birbirlerine çok yakın olmaları bile, gezegenlerin yüzeyindeki şartların oldukça farklı olmasına yetecek özellikler. Bu şartlar altında, gezegenlerde var olabilecek suyun sıvı olarak kalması haricinde, hayatın varlığını sağlayacak hiç bir özellik Dünya ile benzerlik göstermiyor.

3. Bu gezegenlerde hayatın varlığına dair bir delil yok

Yeni keşfedilen gezegenlerde sıcaklık dışında hayat için gerekli şartların varlığına dair hiç bir bulgu elde edilmiş değil. Yaşanabilir bölge olarak adlandırılmasında en temel özellik olan suyun varlığına dair bir veri de yok. Gezegenlerde atmosfer var mı?, varsa oksijen içeriyor mu?, gezegenlerin yüzeyi yaşama elverişli olacak şekilde katı yerkabuğuna sahip mi?… Bu konuların hiç biri hakkında bilgi yokken, sırf sıcaklık değerleri benzer diye bu gezegenlerin hayata elverişli olabileceğini iddia etmek bilimsellikten çok uzak bir yaklaşım.

4. Mars ve Venüs de iddia edilen “Yaşanabilir Bölge” içindedir ama hayat yoktur.

Aslında uzağa gitmeye gerek yok. Keşfedilen ve yaşanabilir bölge olduğu iddia edilen gezegenlere benzer, hatta onlardan çok daha fazla Dünya’ya benzer iki gezegen hemen yanımızda sayabileceğimiz bir uzaklıkta yer alıyor: Venüs ve Mars. Ancak bilindiği gibi bu gezegenlerde hayat yok.

Venüs’te eski zamanlarda su bulunduğu tahmin ediliyor. Ancak gezegen, Dünya benzeri bir manyetosfer korumasına sahip olmadığı için, Güneş rüzgarlarına yoğun olarak maruz kalıyor. Bu sebeple zamanla hidrojen ve oksijen atomlarının uzaya savrulduğu düşünülüyor. Şu an çok az bir su buharı atmosferinde var. Sıvı halde su, Venüs yüzeyinde yok; çünkü yoğun karbondioksitten oluşan atmosferi, sıcaklığı 4000C üzerine çıkarmış durumda. Görüldüğü üzere sadece manyetik kalkanın olmaması, hayat için gerekli olan diğer şartların da bozulması demek oluyor.

Diğer taraftan Mars’a bakacak olursak; Dünya atmosferine göre 100 kat daha ince ve %95 karbon dioksitten oluşan bir atmosferi var. Bu da sıcaklığın korunamamasına ve gece-gündüz sıcaklık farklarının 200C ile eksi 700C arasında değişmesine neden oluyor. Oksijen ve suyun olmaması zaten bilinen gerçekler.

Her iki gezegende de sıcaklığın seviyesi ve belli düzeyde tutulması gibi pek çok bileşenin hassas bir ayarda olması gerekiyor. Oysa bulunan gezegenlerde bu bileşenlere ait hiç bir veri yok. Kaldı ki, tüm bu veriler bilinse ve tam olarak hayata elverişli olsa dahi, hayatın tesadüfe dayalı evrimsel bir süreçle evrenin hiç bir yerinde oluşamayacağı çok açıktır.

Darwinistlerin sığınma noktası: Dünya dışı yerlerde hayat arayışları

Evrim teorisinin en karanlık noktasını hayatın başlangıcı oluşturur. İlk hücrenin nasıl ortaya çıktığı konusu hakkında hiç bir bilimsel delile ulaşılamamıştır. Somut deliller bir yana, evrimci bilim insanları ilk hücrenin nasıl ortaya çıktığı konusunda hipotez dahi oluşturamamaktadırlar. Hal böyle iken, evrim teorisini yaşatmak için son umut  olarak bir fikir ortaya atılmıştır: “Hayat uzaydan geldi.” Böylece üzerinde araştırma yapılması,  delil toplanması oldukça zor olan uzayda hayatın kökeni aranırsa evrimcilerin bilimden uzak açıklamalarını kamufle etmeleri de kolay olacaktır.

Evrimciler hayata elverişli, hatta canlı hayatın her yeri doldurduğu Dünya ortamında dahi canlılığın nasıl olup da ortaya çıktığını açıklayamazlar. Buna rağmen sadece sıcaklık seviyeleri uygun bölgede olduğu için “yeni keşfedilen gezegenlerde hayat olabilir” iddiasını ortaya atmaları evrimcilerin bilimden ne kadar uzak bir yaklaşım içinde olduklarını gösteriyor. Bu iddialarıyla evrimciler canlılığın uzaydan geldiği safsatasını kendilerince sağlamlaştırmaya çalışırlar. Halbuki, Dünya’dakine benzer karbon temelli bir hayatın o gezegenlerde oluşamayacağını kendileri de çok iyi bilirler. Ancak bunu kabul etmek, hem kendilerini hem de ideolojilerini yalanlamak olacağı için bunu asla dile getirmezler.

Hayatın kökenini yani canlılığın varoluşunu bu kadar kolaymış gibi göstermek kamuoyunda oluşturulmak istenen evrimci bir algı operasyonudur. Konu hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan insanlara bu şekilde, canlılığın çok basit şartlarda dahi oluşabileceği algısı verilerek, hayatın mucizevi yönü gizlenmeye çalışılmaktadır. Oysa canlı hayatın var olması ve sürekliliğini sağlaması yukarıda saydığımız olmazsa olmaz pekçok şartın birarada olmasını gerektirir. Tüm bu hassas düzen ve mükemmellik asla tesadüfle açıklanamaz.

Allah her yerde ve her durumda canlılığı yaratabilir

Allah dilerse her ortamda uygun şartları oluşturarak canlı hayatını yaratabilir. Bizim burada eleştirdiğimiz ve mümkün olmadığını açıkladığımız durum evrimcilerin bilimden uzak, önyargılı yaklaşımlarıdır. Trappist-1 sisteminde Dünya’dakine benzer karbon temelli bir hayatın var olamayacağı bilimsel veriler ışığında bu kadar açıkken evrimci safsatalarla kamuoyunun zihninin bulandırılmaya çalışılması büyük bir hezeyandır. Allah dilediği taktirde her ortamda hayat yaratılabilir.

De ki: “Onları, ilk defa yaratıp inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir.” (Yasin Suresi, 79)

Kaynaklar

  1. www.nasa.gov/press-release/nasa-telescope-reveals-largest-batch-of-earth-size-habitable-zone-planets-around
  2. http://www.telegraph.co.uk/science/2017/02/22/nasa-announcement-live/

Ayrıca bakınız

Current Biology Dergisi’ne Cevap: Dişli Horozbinalar Evrim Geçirmedi, Yaratıldı

Current Biology dergisinde 30 Mart 2017’de yayınlanan bir makalede, bilimsel adı “meiacanthus grammistes” olan dişli …