14 Haziran tarihli İngiliz bilim dergisi New Scientist“te, “Evolution: Five Big Questions” başlıklı bir dosya yayınladı. Dosya, evrim teorisini savunan beş ayrı bilim adamının; Michael Russell, Andrew Pomiankowski, George Turner, Paul Rainey ve Robin Dunbar”ın yazdığı beş makaleden oluşuyordu. Türkiye”de ise Cumhuriyet Bilim Teknik dergisi bu makaleleri tercüme ederek “Evrim ile İlgili 5 Soru 5 Yanıt” başlığı altında —yani söz konusu soruların “yanıtlanmış” olduğu izlenimini daha çok vermeye çalışarak— yayınladı. (CBT, 5 Temmuz 2003)
Oysa gerçekte New Scientist“te yazılan makalelerin hiç biri, ele aldıkları konuya “cevap” getiremiyorlardı. Getirilebilen tek şey, spekülasyondu.
Bunları tek tek ele alalım:
1) “Yaşam Nasıl Başladı?”
İlk soru buydu. “Cevabı”nın yazarı olan Michael Russell, öncelikle hayatın kökeni konusunda 20. yüzyıl boyunca ileri sürülen evrimci tezlerin geçersizliğini tek tek inceliyordu. Russell”a göre Miller Deneyi ile özdeşleşen “önce proteinler oluştu” senaryosu da, onun ardından popüler olan “RNA Dünyası” tezi de, yaşamın kökenini açıklamaktan uzaktı. Russell, “Bunların hiç biri tarafından ikna edilmiş değilim” diyordu. Hayatın kökenine dair mevcut evrimci tezlerin hiç birinin bir anlam ifade etmediğinin bir itirafıydı bu.
Peki Russell”ın bir cevabı var mıydı? Varmış gibi yazmasına karşın, yazdıkları incelendiğinde ortada hiç bir cevap olmadığı açıkça görülüyordu. “Benim görüşüm o ki, hayatın kökeni biyolojik değil jeolojik bir konu” diyor ve sonra da ilkel dünyada “hayatın yapıtaşlarını” bir araya getirebilecek bazı kimyasal ortamlar hakkında yorumlar yapıyordu. Russell”a göre okyanus sırtlarındaki asidik kaynaklar ya da okyanus zeminindeki alkalin sızıntıları yaşamın kökeni için ideal ortamlar olabilirdi. Özellikle de alkalin sızıntıları üzerinde duruyor, bu ortamlarda amino asitlerin, ribonükleik asitlerin ve şekerlerin sentezlenmiş olabileceğini ileri sürüyor, ve “bunların nükleik asitleri polimerize etmiş ve amino asitleri RNA”ya veya peptidlere dönüştürmüş olabileceğini” iddia ediyordu.
Ancak bu jeo-kimyasal senaryonun hayatın kökenine dair evrimcilere kazandırdığı hiç bir şey yoktur.
Olamaz da. Çünkü Russell”in anlamazdan geldiği çok önemli bir gerçek vardır: Hayatın kökeni, hayatı mümkün kılan kompleks bilginin nasıl ortaya çıktığı sorusuyla ilgilidir. Canlı organizmalarda kullanılan basit organik moleküllerin -byani Russell”in sözünü ettiği amino asitlerin, ribonükleik asitlerin ve şekerlerin — var olup olmaması, hiç bir önem taşımaz. Tüm dünyanın amino asitlerle ve diğer organik moleküllerle dolu olduğu gösterilse bile, yine canlı bir organizmanın kökeni hakkında hiç bir şey söylenmiş olunmaz. Bu, bir gökdelenin kendi kendine oluştuğunu iddia eden bir insanın, “bakın her yerde dört köşeli taşlar var, demek ki gökdelen bunların biraraya gelmesiyle kendiliğinden oluşmuş” gibi bir “kanıt” öne sürmesi gibidir.
Sorun, DNA”da veya RNA”da kodlu olan genetik bilginin nasıl ortaya çıktığı, bu bilgiyi okuyan enzimlerin nasıl oluştuğu ve canlı bir hücreyi var eden diğer moleküler tasarımların nasıl var olduğudur. Russell”in öne sürdüğü “jeoloji-merkezli bakış açısı” bunların hiç birine en ufak bir açıklama getirmemektedir. Dolayısıyla hayatın kökeni sorusu evrimciler için cevapsız kalmaya devam etmektedir.
2) “Mutasyonlar Evrime Nasıl Yol Açar?”
New Scientist“in beş sorusundan ikincisi budur. Ama aslında sorunun “mutasyonlar gerçekten evrime yol açar mı” diye sorulması daha tutarlı olurdu. Çünkü neo-Darwinizm”in iki mekanizmasından biri olarak öne sürülen mutasyonların “evrim” sağladıkları, yani canlılara yeni genetik bilgi kazandırdıkları bugüne kadar hiç gözlemlenmemiş, hiç bir kanıtına rastlanmamış bir dogmadan başka bir şey değildir.
Sorunun ve “cevabı”nın yazarı Andrew Pomiankowski”nin bu umutsuz konuda evrim adına bulduğu tek çare ise, hemen hemen tüm canlılarda yer alan ve genel vücut planını belirleyen Hox genler üzerinde spekülasyon yapmaktadır. Bu genlerin varlığı bir gerçektir, bu genlere isabet eden mutasyonların canlılar üzerinde büyük morfolojik değişikliklere yol açtığı da bilinmektedir. Ama tüm bunların evrim teorisine kazandırdığı hiç bir şey yoktur. Çünkü Hox genler üzerinde gerçekleşen mutasyonların gözlemlenen etkisi de, diğer mutasyonlarınkiyle aynıdır: Genetik bilgi kaybı, deformasyonlar, sakatlıklar.
Hox genleri etkileyen mutasyonların evrim sağladığına, canlı türlerini geliştirdiğine ve yeni türler, sınıflar, takımlar, filumlar ürettiğine inanmak için, önce körü körüne evrim teorisine inanmak gereklidir. Konuya böylesi bir dogmatizmle değil de, önyargısız olarak bakan herkes ise, ne Hox genlerdeki ne de genomun bir başka noktasındaki mutasyonların evrim sağlamayacağını görecektir.
3) “Yeni Türler Nasıl Oluşur?”
Bu soruyla ilgilenen George Turner, konuya bir dizi itirafla başlamaktadır:
Yakın zamana kadar, türlerin nasıl oluştuğunu bildiğimizi sanıyorduk. İnanıyorduk ki, süreç hep popülasyonların tamamen izole olmasıyla başlar. Popülasyon bir tür ciddi genetik “darboğaz”dan geçtikten sonra oluşur, örneğin hamile bir dişi uzaktaki bir adaya sürüklendiği ve yavruları birbirleriyle çiftleştiği durumlarda.
“Kurucu etkisi” denen bu modelin güzelliği, laboratuvarda test edilebilmesiydi. Ama gerçekte, tutmadı. Evrimci biyologların en iyi çabalarına karşın, hiç kimse kurucu bir popülasyondan yeni bir tür yaratmanın yanına bile yaklaşamadı. Dahası, bildiğimiz kadarıyla, insanların az sayıdaki organizmayı yabancı ortamlara bırakmaları sonucunda da hiç bir yeni tür oluşmadı.
Bu, “türlerin kökeni” konusunda bir yüzyılı aşkın korunmaya çalışılan Darwinist dogmanın iflasının itirafıdır. Önemli bir itiraftır.
Ancak Turner, tahmin edilebileceği gibi, Darwinizm”e inancını sürdürmeye kararlıdır ve yeni spekülasyonlar arayışı içindedir. Malzeme edindiği örnekler ise, Kanada göllerindeki stikcleback balıkları ve Afrika”nın büyük gölllerindeki cichlid balıklarındaki “türleşme” örnekleridir. Ancak bunların hepsi, biyologların “mikroevrim” dedikleri, yani yeni bir genetik bilgi üretiminin olmadığı, sadece mevcut bir türün farklı varyasyonlarının oluştuğu, bu varyasyonların da ayrı birer “tür” olarak tanımlandığı olaylardır. Mikroevrim”in “makroevrim” sağlamadığı, yeni organlar, yeni özellikler, yeni vücut planları ortaya çıkaramayacağı ise bilinen ve evrimciler tarafından da kabul edilen bir gerçektir. Dolayısıyla Turner”ın ele aldığı “türler nasıl oluşuyor” sorusu, evrimciler açısından cevapsız kalmaya devam etmektedir.
4 ve 5: Dogmanın Üzerine Yapılan Spekülasyonlar
New Scientist“te “beş büyük soru” olarak ele alınan soruların dört ve beşincileri ise, evrimi zaten tartışmasız bir dogma olarak kabul etmiş kişilerin, bu dogmadan yola çıkarak yaptıkları spekülasyonlardır. Dördüncü soruda Paul Rainey “evrim öngörülebilir mi” diye sormakta, yani inandığı bu hayali sürecin belli bir yönü olup olmadığını sorgulamaktadır. Beşinci soruda ise Robin Dunbar hayali evrim sürecinin belli bir aşamasında Allah inancının ortaya çıktığını ileri sürmekte ve bu gerçek dışı iddiasına dayalı yorumlar yapmaktadır.
Sonuç: Devekuşu Politikası
İlginçtir ki, “evrimin beş büyük sorusu” başlığıyla teoriyi ele alan New Scientist, bugün dünyada teori aleyhinde eleştiri getiren bilim adamlarının gösterdiği kanıtların, yaptıkları itirazların hemen hiç birine değinmiş değildir. Örneğin;
-
İndirgenemez kompleks yapıların kökeni nasıl açıklanabilir?
-
Tüm canlı filumlarının Kambriyen devirde aniden ortaya çıkması nasıl açıklanabilir?
-
Fosil kayıtları, neden Darwin”in öngördüğü “sayılamayacak kadar çok ara formu” ortaya çıkarmamaktadır?
-
Canlılığın kökenindeki en önemli unsur olan “bilgi” nasıl açıklanabilir?
gibi kritik sorular, New Scientist tarafından tümüyle görmezden gelinmektedir.
Ama bir tehlikeyi görmezden gelmek, onu ortadan kaldırmaz.
Bağlılarının sergilediğ bu “devekuşu politikası” da Darwinizm”e yönelen tehlikeyi ortadan kaldırmaya yetmeyecektir. Çünkü bu tehlike doğrudan bilimin kendisidir. Darwinizm, bilimin ortaya koyduğu bulgular tarafından yıkılmaktadır ve ne New Scientist“in ne de bir başka Darwinist kaynağın “umursamaz” yaklaşımının bunu gizlemesi mümkün değildir.