Bilim ve Teknik dergisinin Mayıs 2000 tarihli sayısında yer alan ve Ümit Sayın imzasını taşıyan “Dünya’da Yaşamın Başlangıcı” başlıklı yazıda, bilimsel çevreler tarafından çoktan rafa kaldırılmış bazı iddialar tekrar gündeme getirilmiş ve bunlar bilimsel birer gerçek gibi lanse edilmişlerdir. Konuyla ilgili gerçekleri kamuoyuna açıklamakta yarar görüyoruz.
Bilimadamları Dışında Hiçkimse Evrim Teorisini Anlayamaz İddiası
Oysa bilimsel gelişmeler evrim teorisinin geçersizliğini; bu geçersizliği anlamanın da anlatmanın da çok kolay olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya”nın Evrim Aldatmacası, Darwinizm”in Sonu ve Hayatın Gerçek Kökeni isimli kitapları)
Klasik Evrimci Gözboyama Yöntemleri
Yazar önceki yazılarında olduğu gibi bu yazısında da, -evrim teorisini halkın gözünde kurtarma amacıyla- geçersizliği ortaya konmuş bazı köhne deneylere sarılmış ve bu yolla insanları yanıltmaya çalışmıştır. Konunun içeriğiyle hiçbir ilgisi olmayan, hatta Yaratılış gerçeğini ortaya koyan resimlerle yazısını süslemiş, bilimsel bir hava vermek için de yazının sonuna 22 tane yabancı kaynak adı iliştirmiştir. Oysa yazıda sözkonusu kaynakların tümünden bir alıntı bulunmamakta, klasik evrimci açıklamalardan farklı hiçbir bilgi yer almamaktadır.
Ümit Sayın, elinde hiçbir belge ve kanıt olmadığı için yazı içinde sık sık “evrim teorisi doğrudur”, “evrim teorisi gerçektir”, “evrim teorisinin doğruluğu konusunda son nokta koyulmuştur” gibi beylik ifadeler kullanarak okuyucuları etki altında bırakma yoluna gitmiştir. Ümit Sayın evrim konulu tüm yazılarında olduğu gibi bu yazısında da çok pürüzsüz bir senaryo çizmektedir. Bilimin her alanda evrim teorisine kanıt sağladığını ve bu konuda herhangi bir çelişki bulunmadığını iddia etmektedir. Oysa artık dünyaca ünlü en ateşli evrimci savunucuları bile bu derece pürüzsüz bir senaryoyla ortaya çıkamamaktadır. Ümit Sayın”ın kaleme aldığı hayatın kökeni senaryosunun her cümlesi, gerçekte evrimciler arasında yıllardır birer ihtilaf konusudur. Bu durum, batılı evrim literatürünü düzenli izleyen kimselerin yakından bildikleri bir gerçektir. Örneğin San Diego Scripps Enstitüsü”nden ünlü evrimci jeokimyacı Jeffrey Bada evrim teorisinin hayatın kökenini açıklama konusunda içinde bulunduğu çıkmazı, “Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı.” (Earth, Life’s Crucible, Şubat 1998, s. 40) sözleriyle ifade ederken, Ümit Sayın hala sorunsuz, toz pembe bir evrim senaryosu çizmeye devam etmektedir.
Gerçekte Ümit Sayın, , bu yazıyı okuyan bilimsel gerçeklerden uzak kişiler üzerinde, evrimin adeta her aşamasında aydınlığa kavuşmuş bilimsel bir süreç olduğu izlenimi oluşturmaya çalışmaktadır. Bu nedenle de yazıda yer alan bilimsel yanılgıları açıklamada fayda vardır.
Ümit Sayın’ın Yaşamın Başlangıcı ile ilgili yanılgıları
Ümit Sayın yazısında Harold Urey ve Stanley Miller tarafından 1953 yılında yapılan, Miller deneyinin, aminoasitlerin ilkel atmosfer şartlarında kendi kendine oluşabileceklerini, dolayısıyla canlılığın yeryüzünde tesadüfler sonucu ortaya çıkabileceğini ispatladığını iddia etmiştir. Üstelik “En büyük problem ilk canlılığın nasıl oluştuğu konusuydu” cümlesiyle canlılığın nasıl oluştuğu sorununu “-di”li” geçmiş zamanda anlatarak, artık bu problemin çok eskilerde kaldığı havasını vermeye çalışmıştır.
Öncelikle şunu belirtmeliyiz: İlkel dünyadaki tüm göllerin ve denizlerin aminoasitlerle dolu olduğunu farz etsek bile bu aminoasitlerin uygun sayı, çeşit ve sıralamada dizilerek tek bir faydalı protein molekülü dahi oluşturabilmelerinin mümkün olmadığı, olasılık hesaplarıyla, fizik ve kimya kanunlarıyla ortaya konmuştur. Dolayısıyla, ilkel dünyada aminoasitlerin bulunduğu varsayılsa bile, bunun canlılığın oluşabilmesi açısından hiçbir anlamı ve etkisi yoktur. Çünkü, aminoasitlerin proteinleri oluşturması, proteinlerin hücrenin organellerini meydana getirmesi, organellerin hücre sıvısı içinde biraraya gelip son derece kompleks bir zarla çevrilerek canlı bir hücre oluşturmaları, moleküllerin kendi kendilerine yapabilecekleri rastgele kimyasal reaksiyonların sınırlarının çok ötesinde, akıl almaz karmaşıklıktaki olaylardır. Bizzat evrimci otoriteler bile evrimin daha işin başındaki bu büyük açmazını, “bir hurdalıktaki demir yığınlarının çıkan bir kasırga sonucunda bir Boeing 747 oluşturmasının imkansızlığı”na benzeterek dile getirmişlerdir. (Sir Fred Hoyle, Nature, 12 Kasım 1981) Ünlü Rus evrimcisi A. I. Oparin de göz ardı edilemeyen bu gerçeği söyle ifade eder:
“Maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin bütününü içine alan en karanlık noktayı teşkil etmektedir.” (A. I. Oparin, Origin of Life, s. 196)
Kaldı ki ilkel dünyada aminoasitlerin oluşabilmeleri de mümkün değildir. Miller, aminoasitlerin kendi kendilerine ilkel dünya şartlarında tesadüflerle oluşabileceğini kanıtlayabilmek amacıyla yaptığı deneyiyle, gerçekte böyle bir olayın kesinlikle mümkün olamayacağını bizzat kendi elleriyle ortaya koymuştur. 1998″in Şubat ayında yayınlanan ünlü evrimci bilim dergisi Earth“deki “Yaşamın Potası” isimli makalede şu ifadeler yer alır:
“Bugün Miller”ın senaryosu şüphelerle karşılanmaktadır. Bir nedeni, jeologların şu an ilkel atmosferin başlıca karbondioksit ve azottan oluştuğunu kabul ediyor olmalarıdır. Bu gazlar ise 1953″teki deneyde (Miller deneyi) kullanılanlardan çok daha az aktifler. Kaldı ki, Miller”ın farzettiği atmosfer var olmuş olabilseydi bile, aminoasitler gibi basit molekülleri çok daha karmaşık bileşiklere, proteinler gibi polimerlere dönüştürecek gerekli kimyasal değişimler nasıl oluşabilirdi? Miller”ın kendisi bile, problemin bu noktasında ellerini hızla ileri uzatıp, “bu bir sorun” diyerek şiddetle iç çekmekte… “Polimerleri nasıl yapacaksınız? Bu o kadar kolay değil”…”
Görüldüğü gibi, Miller”ın kendisi dahi bugün deneyinin, hayatın başlangıcını izah etme açısından hiçbir sonuca götürmeyeceğini kabullenmiş durumdadır. Böyle bir durumda, yerli evrimcilerin bu deneye dört elle sarılmaları bu kişilerin çaresizliğinin açık bir göstergesidir. National Geographic dergisinin Mart 1998 sayısındaki “The Rise of Life on Earth” makalesi de Miller deneyini Batılı evrimcilerin çoktan terk ettiklerinin bir ifadesidir. Söz konusu dergide şu ifadeler yer alır:
“Pek çok bilim adamının bugün, ilkel atmosferin Miller”in öne sürdüğünden farklı olduğuna dair kuşkuları var. İlkel atmosferin hidrojen, metan ve amonyak yerine karbondioksit ve azottan oluştuğunu düşünüyorlar. Bu ise kimyacılar için kötü haber. Karbondioksit ve azotu tepkimeye soktuklarında elde edilen organik bileşikler oldukça değersiz miktarlarda. Koca bir yüzme havuzuna atılan bir damla gıda renklendiricisiyle aynı yoğunlukta. Bilim adamları bu derece seyrek çözeltideki bir çorbada hayatın ortaya çıkmasını hayal etmeyi bile güç buluyorlar.”
Görüldüğü gibi bugün pekçok önemli bilim adamı dünyanın oluşumu srasındaki atmosferin metan, amonyak karışımından oluştuğu konusundaki fikirlerini terk etmişlerdir. Bu kişilerden birisi de bizzat Stanley Miller’dır. Miller 8-12 Eylül 1985 tarihleri arasında İsveç”in Stockholm şehrinde, İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi tarafından düzenlenen “Molecular Evolution of Life” isimli Sempozyum”da sunduğu bildiride şu ifadeleri kullanmıştır:
“Metan, azot ve yok denecek kadar az miktarlardaki amonyak ile su buharı karışımı ilkel dünya için daha gerçekçi bir atmosferdir.” (Stanley Miller, Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, Molecular Evolution of Life, s. 7, 1986)
Stanley Miller”in bu bildirisi, “Molecular Evolution of Life” isimli kitapta tam metin olarak yayınlanmıştır. Süphesiz ki, Stanley Miller”in “ilk atmosferdeki amonyak miktarı yok denecek kadar azdı” şeklindeki açıklaması Miller”in metan-amonyak modelinden vazgeçtiğini göstermektedir. Çünkü Miller deneyi çok yüksek miktarda amonyakla gerçekleştirilmiş olan bir deneydir. Amonyak olmadan yapılan deneylerde hiçbir aminoasit elde edilemediğine göre, ortada Miller Deneyi diye bir şey kalmamaktadır. (J. P. Ferris – C. Chen, Journal of American Chemical Society, 97:11, s. 2966)
Fakat nedense Ümit Sayın bu önemli ayrıntıyı görmezden gelmekte, Miller Deneyi”ni hala büyük bir bilimsel kanıt gibi tekrarlamaya devam etmektedir.
Uzaydan Gelen Aminoasitlerin Hayat Oluşturabileceği Yanılgısı
Ümit Sayın ilkel dünya şartlarında tesadüfen aminoasit oluşamayacağı gerçeği karşısında yeni açıklama arayışlarına da yönelmiştir. Bu iddiaya göre uzaydan yeryüzüne düşen meteorlarda bulunan amino asitler ve organik maddeler reaksiyona girmiş ve böylece canlılık oluşmuştur.
Ancak başta da belirttiğimiz gibi ilk dünya koşullarında, uzaydan çok bol miktarda aminoasit gelseydi ve hatta başta da belirttiğimiz gibi yeryüzü tamamen aminoasitlerle kaplı bile olsaydı; bu, canlıların kökenini açıklayan bir durum olmazdı. Çünkü aminoasitlerin tesadüfen ve rastgele biraraya gelerek son derece kompleks, üç boyutlu bir proteini ve proteinlerin de hücrenin organellerini, ardından da bu organellerin tüm mucizevi yapısıyla bir canlı hücreyi meydana getirmesi mümkün olmazdı.
Bu asılsız iddia ile Ümit Sayın, moleküler biyoloji, biyokimya, kimya, matematik kurallarını tamamen gözardı ettiğini ortaya koymuştur. Çünkü yeryüzündeki en kompleks moleküllerden biri olan proteinlerin kökeni Miller gibi en ünlü evrimciler dahi çözümsüz bir problem olarak görürken, Ümit Sayın bir çırpıda “uzaydan gelen maddeler reaksiyona girdi ve canlılık oluştu” diyebilmektedir. Oysa biraz biyoloji bilgisi olan bir kimse;
– proteinlerin en küçüklerinin dahi yüzlerce aminoasitin belli sayıda, uygun çeşitte ve özel bir sıralamada dizilmelerinden meydana geldiğini,
– tek bir aminoasitin fazla, eksik ya da yerinin farklı olmasının o proteini işlevsiz hale getireceğini,
– bir proteinde bulunan aminoasitlerin yalnızca sol-elli olanlardan oluşması gerektiğini, tek bir sağ-elli aminoasitin araya karışmasının bile o proteini işe yaramaz hale getireceğini,
– aminoasitlerin aralarında yalnızca peptid bağı denen özel bir kimyasal bağla bağlanması gerektiğini, diğer kimyasal bağların proteinin yapısını bozacağını,
– proteine işlevini kazandıran unsurun onun üç boyutlu yapısı olduğunu, bu üç boyutlu yapının çoğu zaman hücre içindeki ribozomda protein sentezi yapılırken, özel enzimlerin yardımıyla gerçekleştiğini, bu yapının birçok protein çeşidinde kendi kendine oluşamayacağını bilir.
Lise düzeyinde matematik ve kimya bilgisine sahip olan bir kimse, yukarıda saydığımız koşulların tek bir tanesinin bile kendi kendine tesadüfler sonucu gerçekleşmesine olasılık hesaplarının izin vermediğini bilir. Kaldı ki tüm bu koşulların aynı anda ve birlikte gerçekleşmesi ihtimali aklın kavrama sınırlarının çok ötesinde astronomik rakamlara ulaşmaktadır. Kontrollü bir deneme-yanılma mekanizmasının-yani aminoasitleri bir şekilde biraraya getirip rastgele birleştiren, bu dizilim işe yaramadığında hatalı zinciri bozup yeni bir rasgele ihtimali deneyen bilinçli bir mekanizmanın-bulunduğunu varsaydığımız bir ortamda, 500 aminoasitlik ortalama bir protein molekülünün doğru dizilimi yakalama ihtimali, 10950“de bir ihtimal olarak hesaplanmıştır. Bu, teorik şartlar için hesaplanmış ihtimaldir. Gerçek şartlarda ise bir protein molekülünün tesadüfen oluşma ihtimali “0”dır.
Miller Deneyi”ni Geçersiz Kılan Noktalar
Miller”in 50 yıl önce gerçekleştirdiği deney, önyargılı ve tek taraflı evrimci mantığıyla değil de gerçekçi bir gözle değerlendirildiğinde, durumun evrimciler açısından hiç de o kadar umutlandırıcı olmadığı görülür. Çünkü aminoasitlerin ilkel dünya koşullarında kendi kendilerine oluşabilecekleri tezinden yola çıkan bu deney birçok yönden tutarsızlık göstermektedir. Ümit Sayın’ın da yazısında üzerinde durduğu bu noktalardan bazıları şu şekildedir:
1- Ümit Sayın sözkonusu yazısında öncelikle Miller deneyini geçersiz kılan “soğuk tuzak” (cold trap) isimli mekanizmadan bahsetmektedir. Bu mekanizma aminoasitleri oluştukları anda ortamdan izole etmektedir. Çünkü aksi takdirde, aminoasitleri oluşturan ortamın koşulları, bu molekülleri, oluşmalarından hemen sonra imha ederdi. Halbuki ultraviyole, yıldırımlar, çeşitli kimyasallar, yüksek oksijen miktarı, vs. gibi unsurları içeren ilkel dünya koşullarında, bu çeşit bilinçli düzeneklerin var olduğunu düşünmek bile anlamsızdır. Bu mekanizma olmadan, herhangi bir çeşit aminoasit elde edilse bile bu moleküller aynı ortamda hemen parçalanacaklardır. Kimyager Richard Bliss bu çelişkiyi şöyle izah ediyor:
“Miller”ın aletlerinin can alıcı kısmı olan “soğuk tuzak”, kimyasal tepkimelerden biçimlenmiş ürünleri toplama ödevi görüyordu. Gerçekten bu soğuk tuzak olmadan, kimyasal ürünler elektrik kaynağı tarafından tahrip edilmiş olacaktı.” (Richard B. Bliss and Gray A. Parker, Origin of Life, California, 1979, s. 14)
Evrim hakkındaki eleştirel çalışmalarıyla tanınan Henry Morris de, durumu şöyle açıklıyor:
“Miller, aygıtlarına, aminoasitleri oluştuğu anda yakalayacak bir ilave yaparak onları üretildikleri ortamdan ayırmıştır. Eğer böyle yapmasaydı, aynı atmosferik şartlarda o aminoasitler hemen parçalanacaklardı. Halbuki Miller”ın bu koruyucusuna benzeyen bir araç ilkel yeryüzünde yoktu.” (S. L. Miller, “Production of Amino Acids Under Possible Primitive Earth Conditions”, Science 1953, Sayı 117, s. 258)
Nitekim Miller, aynı malzemeleri kullandığı halde soğuk tuzak yerleştirmeden yaptığı daha önceki deneylerde tek bir aminoasit bile elde edememişti. Miller”ın amacı aminoasit elde etmekti ve kullandığı yöntem ve düzenekler, bu aminoasitleri elde edebilmek için özel olarak ayarlanmıştı.
Ancak, ilkel atmosferde bu tür metod, düzen ve ayarları sağlayacak bir zekanın varlığını kabul etmek ise, her şeyden önce evrimin kendi mantığıyla çelişmektedir. Ümit Sayın’ın örnek olarak verdiği sıcak su kaynaklarının birden soğuyarak soğuk tuzak oluşturdukları tezi de aynı tesadüfler zincirinin bir devamından başka bir şey değildir. Ümit Sayın yine yazısının temelini varsayımlardan ve spekülasyonlardan öteye gitmeyen bir hezeyan üzerine kurmuş, içinde bulunduğu bilimsel tutarsızlığı ise “doğada bugün tahmin edilemeyen pek çok yapı, bunu meydana getirebilir” gibi yuvarlak ifadelerle dile getirmiştir.
2-Miller”ın deneyinde canlandırmaya çalıştığı ilkel atmosfer ortamı gerçekçi değildi. Bu gerçeği, 1980″li yılların ortalarına doğru konuyla ilgilenen bazı jeologlar ortaya çıkardılar. Buna göre, Miller yapay ortamında olması gereken azot ve karbondioksiti göz ardı ediyor, bunların yerine metan ve amonyak kullanmayı tercih ediyordu.
Peki evrimciler neden ilkel atmosferde ağırlıklı olarak metan (CH4), amonyak (NH3) ve su buharının (H2O) bulunduğu konusunda ısrar etmişlerdi? Cevap basitti: Amonyak olmadan, bir aminoasitin sentezlenmesi imkansızdı. Kevin M. Kean, Discover dergisinde yayınladığı makalede bu durumu şöyle anlatıyor:
Miller ve Urey dünyanın eski atmosferini metan ve amonyak karıştırararak kopya ettiler. Onlara göre dünya, metal, kaya ve buzun homojen bir karışımıydı. Oysa son çalışmalarda o zamanlar dünyanın çok sıcak olduğu ve ergimiş nikel ile demirin karışımından meydana geldiği anlaşılmıştır. Böylece o dönemdeki kimyevi atmosferin daha çok azot (N2), karbondioksit (CO2) ve su buharından (H2O) oluşması gerekir. Oysa bunlar organik moleküllerin oluşması için amonyak ve metan kadar uygun değildirler. (Kevin McKean, Bilim ve Teknik, Sayı, 189, 7)
Ünlü jeolog Philip Abelson da metan/amonyak modelinin geçersiz olduğunu şöyle vurgular:
Metan ve amonyak gazlarını içeren bir ilkel atmosfer hipotezinin sağlam temellerden yoksun olduğu ortaya çıktı ve gerçekten de çürütüldü. Artık jeologlar bir başka alternatif görüş benimsediler. Atmosfer ve okyanuslar, volkanlardan çıkan gazlardan oluşmuşlardı. (Philip H. Abelson, “Chemical Events o the Primitive Earth, National Academy of Science Proceedings, Sayı 55, 1965, s. 1365)
Sonuç olarak, ilkel dünya atmosferinin Miller”ın tahmin ettiğinden çok daha farklı gazlardan meydana geldiği ortaya çıkmıştı. Peki bu gazlar kullanılarak yapılacak deneylerde aminoasit elde edebilmek mümkün müydü? Amerikalı bilimadamları J. P. Ferris ve C. T. Chen”in araştırmaları bu soruya gerekli yanıtı verdi. Ferris ve Chen karbondioksit, hidrojen, azot ve su buharından oluşan bir atmosfer ortamında Stanley Miller”ın deneyini tekrarladılar. Ve bu gaz karışımıyla bir tek molekül aminoasit bile elde edemediler. (J. P. Ferris anda C. T. Chen, Photochemistry of Methane, Nitrogen and Water Mixture As a Model for the Atmosphere of the Primitive Earth”, Journal of American Chemical Society, cilt 97, sayı 11, 1975, s. 2964)
Miller”ın deneyine duyulan güven oldukça sarsılmıştı. Buna rağmen bilim çevreleri ve ilgili medya kuruluşları, Ferris ve Chen deneyini halka duyurmamaya özen gösterdiler. Miller deneyi gündemde tutulmaya devam edildi. Ancak deneyden tam 33 yıl sonra, 1986 yılında Stanley Miller, amonyağın yüksek miktarlarda kullanıldığı ilkel atmosfer deneylerinin gerçekçi olarak nitelendirilemeyeceğini bizzat kendisi açıklayarak şöyle dedi:
Metan (CH4), Azot (N2), çok az miktarlardaki amonyak (NH3) ve su buharından oluşmuş bir atmosfer, ilkel dünya için daha gerçekçi bir atmosferdir. Çünkü amonyak gazı okyanuslarda çözüneceğinden atmosferde çok miktarlarda bulunamazdı. (Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Current Status of the Prebiotic Synthetis of Small Molecules, 1986, s. 7)
Fakat nedense yukarıda da bahsettiğimiz gibi deneyin bizzat sahibi dahi kendi deneyinin geçersizliğini ilan ederken, yerli evrimciler bu köhne deneyle evrim safsatasını ayakta tutmaya çalışmaya devam ediyorlar.
Evrimcilerin “Görmediğine İnanmama” Saplantısı
Bu yazıda dikkat çeken başka bir nokta ise Ümit Sayın’ın evrimin çelişkilerini “4 milyar öncesine gidip gözlem yapamayız!” yöntemiyle örtbas etme girişimidir. Ümit Sayın, “Kimse 4 milyar yıl önceye gitmemiştir; o günden bugüne de tek iz kalmamıştır; bilimsel yaratılışçılar ne söylerlerse söylesinler, 4 milyar yıl önceye ait kesin kanıtlarla evrimcilerin karşısına gelmeden evrimcilerin hiçbir söylediğini çürütmüş sayılamazlar…” gibi mantıklarla, Yaratılış gerçeğini savunanları zor duruma soktuğunu sanmaktadır.
Oysa dikkat edilirse, bu cümlelerde, evrimci zihniyet açısından çok büyük bir “geri adım” söz konusudur. Evrimciler yakın zaman kadar, “hayatın kökenini açıkladık, türlerin kökenini izah ettik, evrim somut ve tartışılmaz bir gerçektir” üslubundaydılar. Şimdi ise “evet biz iddialarımızı delillendiremiyoruz, ama 4 milyar yıl öncesi tam bilinemeyeceği için teorilerimizi çürütemezsiniz” der hale gelmişlerdir. “Çürütemezsiniz” dedikleri iddialar da, yukarıda değindiğimiz ve “belki de ilkel dünyada soğuk tuzaklar vardı, ne biliyorsunuz” şeklindeki komik avuntulardır. Bu avuntular, evrim teorisinin bilimin dışına çıktığını, adeta bir “ufo masalı”na dönüştüğünün açık bir göstergesidir. Kaldı ki bu avuntuları dahi çürütmek çok kolaydır.
Elbette hiçkimse 4 milyar yıl önceki ortamı gözüyle görmemiştir. Ancak bilimsel alanda yapılan çalışmalar, ilk dünya atmosferinin özellikleri ile ilgili önemli bilgiler elde etmiştir. İlkel atmosferin metan-amonyak yoğunluklu olmadığını, yani yaşama elverişsiz olduğunu yukarıda belirttik. Bir başka önemli konu, evrimcilerin uzun zaman reddetmeye çalıştıkları oksijen sorunudur. İlkel dünya atmosferinde Ümit Sayın”ın iddia ettiği gibi hayatın oluşabilmesi için ozon tabakasının koruyuculuğu şarttır. Ozon tabakası var olmadığı sürece dünya üzerindeki canlıların uzaydan gelen kozmik, radyoaktif ışınlara, ultraviyole ışınlarına dayanması mümkün değildir. Ama aynı zamanda biliyoruz ki, ozon tabakasını oluşturacak miktarda oksijenin bulunduğu bir ortamda, tesadüfen meydana gelmiş de olsa, uzaydan yeryüzüne inmiş de olsa aminoasitlerin parçalanması kaçınılmaz bir sonuçtur. Yani her ne durumda olursa olsun ilk dünya koşullarında tesadüfen canlıların oluşması mümkün değildir. Bunlar bugün bilimin ortaya koyduğu gerçeklerdir. Biz o ortama şahit olsak da olmasak da bu kanunların işlediğini biliriz.
Bunlar önyargısız her insanın kavrayabileceği gerçeklerdir. Ancak hayatlarını evrim yalanını doğrulama çabası içinde geçiren kişiler, bir yanda bilimsellik imajına sığınıp diğer yanda bilimin ortaya koyduğu bu gerçekleri gözardı edebilmektedirler.
Sonuç
Sayın yazara ve onunla aynı anlayışta olan evrimcilere bakacak olursak, atmosferdeki azot, karbondioksit, hidrojen ve su molekülleri zaman içinde tesadüfen değişerek; kusursuz biçimde renkli ve üç boyutlu görebilen, ses, tat, koku, sıcaklık algılayabilen, örneğin yediği yemeğin tadını, kokusunu, kıvamını anlayabilen, hatıraları olan ve bunları hatırlayıp sevinen ve üzülen, müzik eserleri besteleyebilen, dinlediği müzikle dans eden sanatçıları, bilim adamlarını, mühendisleri, profesörleri oluşturmuştur! Yani, evrimci anlayışa göre, bilinçsiz atom bileşikleri düşünebilmekte, görebilmekte, algılayabilmekte, sanat eserleri üretebilmekte, kendilerini oluşturan atomların yapısını, molar ağırlıklarını inceleyebilmektedirler! Evrimciler tüm bunların mümkün olduğuna inanmaktadırlar. Aklını ve vicdanını kullanan insan ise, bunların saçmalığını kolaylıkla görür. Çünkü o bilir ki kainattaki canlı cansız tüm varlıkları Allah çok büyük bir ilim ve sanatla yaratmıştır.