“Bilim ve Teknik” dergisinin Ağustos 2000 tarihli sayısında yayınlanmış, Selçuk Alsan”ın çevirisini yaptığı “Biyomoleküller ve Nanoteknoloji” isimli makale, evrimci düşüncenin tutarsızlığını, açmazlarını, ön yargılı ve dogmatik zihniyetini, yanıltma ve gerçekleri çarpıtma metodlarını ortaya koyması açısından dikkat çekicidir. Baştan sona canlı hücrelerindeki biyolojik makinelerin kompleks tasarımlarını ve hayret verici fonksiyonlarını konu alan yazı, içerdiği somut bilgiler, gözlemler ve araştırmalar açısından ise gerçekte tam bir yaratılış mucizesini gözler önüne sermektedir. Allah”ın yaratmasındaki muhteşem sanatına ve üstün ilmine farklı bir boyutta, “moleküler düzeyde” şahit olunması açısından bu makalenin okunmasını tavsiye ederiz.
Ancak makalenin içine serpiştirilmiş evrimci yorumların değerlendirmelerini burada yapmanın önemli olduğu kanaatindeyiz.
Yazıda paragraf aralarına sıkıştırılmış evrimci sloganlar, hiçbir açıklayıcı niteliği olmayan evrimci kalıplar ve ara başlıklara katılmaya özen gösterilmiş “evrim” sözcükleriyle güya ortada evrimi desktekleyen bir konu varmış imajı verilmeye çalışılmıştır.
Bugüne kadar, kendi uydurdukları “evrim” kavramının hiçbir biçimde tam tanımını yapamamış, hiçbir mekanizmasını bilimsel olarak ortaya koyamamış evrimcilerin başvurdukları en klasik yöntem laf oyunlarıdır. Evrimci yazılar dikkatli olarak incelendiğinde görülür ki, hiçbir biyolojik olayın ve yapının evrim teorisine uygun bir açıklaması bilimsel bir metodla anlatılmaz. Bunun yerine içinde bir sürü “evrim” sözcüğü geçen hikayeler anlatılır, kendinden emin gözükmeye çalışan bir üslupla da bu hikayeler desteklenir ve konu sözde, “bilimsel olarak açıklanmış, kanıtlanmış” izlenimi verilir. Bir kısım okuyucunun evrim hakkındaki önyargılı kabulü, teknik bilgi ve muhakeme eksikliği de bu yanıltma yönteminin etkisini artıran faktörlerdir.
Söz konusu yazıda da bu tür yanıltma yöntemlerinin pek çok örneği yer almaktadır. Bunlardan belli başlı birkaçını inceleyelim:
1- “Evrimin ilk basamaklarındaki hücreler bile, belli bir plana göre atom üstüne atom koyarak proteinleri ve diğer molekülleri oluşturuyorlardı.” (sf.60)
İşte evrimci yazılarda sık rastlanan göz boyayıcı anlatım üslubunun klasik örneklerinden birisi… Cümle içinde “evrim” kelimesi geçirilmiş, fakat hiçbir açıklayıcı yönü yok. Güya evrim diye bir şey olduğu çok bilinen bir konu da, bunun ilk basamakları tarif ediliyor… Bu basamaklarda ne olduğuna bakıyoruz, orada da hiçbir bilimsel değeri olmayan ifadelerle karşılaşıyoruz: “hücreler belli bir plana göre atom üstüne atom koyarak proteinleri ve diğer molekülleri oluşturuyorlar”. Hiçbir açıklayıcı değeri olmadığı gibi pek çok soruyu ve çelişkiyi de beraberinde getiren ifadeler… “Belli bir plan”ı kim yapmış? Böyle bir planın, rastlantılarla yürüdüğü kabul edilen evrim gibi hayali bir güç tarafından yapılmış olması mümkün müdür? Elbette biraz bile akıl ve muhakeme yeteneği olan bir kimse bu soruların cevabının açık bir “hayır” olduğunu ve canlılığın henüz en temel aşamalarından itibaren ilim, akıl, bilinç, irade ve güç sahibi bir Yaratıcı”nın varlığının açıkça anlaşıldığını kavrayacaktır.
Yukarıdaki cümleyi biraz daha inceleyelim. İfadede geçen, “hücrede atom üstüne atom koyarak protein üreten mekanizma”, kusursuz tasarıma sahip, son derece kompleks sistemler içerir: Bir proteinin kromozomlardaki DNA zincirinde kodlanmış olan bilgisi, milyonlarca şifre arasından özelleşmiş enzimler sayesinde bulunur. DNA zincirinin bu bölümü yine başka özel enzimler tarafından bir fermuar gibi ikiye ayrılarak üzerinde mesajcı-RNA”nın rahatça kopyalanabileceği üç boyutlu şekle getirilir. Diğer farklı enzimlerin yardımıyla DNA”nın bu bölümü kopyalanır. Kopyalanmanın başlaması, kopyalama süreci, kopyalanmanın gereken yerde bitmesi, bu esnada DNA sarmalında herhangi bir karışıklık meydana gelmemesi, sarmalın değer kısımlarının kopyalamayı engellemeyecek biçimde tutulması, kopyalanmada oluşabilecek muhtemel hataların kontrolü, düzeltilmesi, kopyalama bittiğinde RNA”nın ayrılması, DNA zincirinin eski haline getirilmesi, vs. ve bunlara benzer pek çok alt işlem sırasında birçok farklı enzim görev yapar ve her biri son derece muhteşem bir uyum içinde çalışır. Çekirdekten hücre sıvısına geçen RNA, taşıdığı şifrenin okunacağı ve bu şifrede yazılı proteinin üretileceği ribozoma bağlanır…
İşte hücredeki protein oluşumunda yer alan süreçlerin yalnızca bir kesitini kabaca böyle özetleyebiliriz. Daha sonra da sayısız ara işlemlerin ve çok çeşitli enzimlerin rol oynadığı bir süreçle canlı vücudunda kullanılacak spesifik bir protein molekülü oluşturulur. Proteini oluşturan yüzlerce amino asitin hepsinin yerli yerinde, gereken sayı ve çeşitte olmaları zorunludur. Aksi takdirde proteinin işlev görmesi mümkün değildir.
Proteinin kendisi bir plan üzerine üretildiği gibi, bütün üretim sisteminin kendisi de kompleks bir plan ve tasarım içerir. Protein üretiminde görev yapan bütün sistemler ve yapılar bu kusursuz tasarım sayesinde birbirleriyle uyum ve işbirliği içinde görev yaparlar. Böyle karmaşık ve üstün bir tasarımın evrimin iddia ettiği gibi rastlantılarla oluşması, evrimci bilim adamı Hoyle”un da itiraf ettiği gibi bir hurdalıkta çıkan kasırga sonucunda bir Boeing 747″nin oluşmasından daha zordur.
Sonuçta, evrimcilerin hücredeki protein üretimini, “atom üstüne atom koymak” gibi ifadelerle tarif etmeye çalışmaları, bütün bu karmaşık sistemleri göz ardı ettirmeye, geçiştirmeye yönelik kasıtlı bir yöntemdir. Bu şekilde, protein oluşumunu adeta tuğla üstüne tuğla koymak gibi basit bir sürece benzeterek, bunun da evrimle rahatlıkla olabileceği havasını vermek istemektedirler.
2- Yazıda geçen tutarsız ifadelerden bir diğeri de şöyledir: “Evrim sırasında trilyonlarca canlı kuşağının yaratmış olduğu çok sayıda moleküler makine, yapı ve süreç bulunuyor.” (sf.60)
Bu tür ifadelerle canlıların oluşumunu evrimsel olarak açıkladıklarını düşünen evrimciler gerçekte kendi tutarsızlıklarını ortaya koymaktan başka bir şey yapmazlar. İfadedeki, “canlıların moleküler makineler, yapılar yarattıkları” iddiası da buna bir örnektir. Canlının kendi içinde makine üretmesi için ürettiği makineden çok daha kompleks ve gelişmiş bir üretim sistemine ihtiyacı vardır. Peki bu sistemi meydana getiren kimdir? Eğer canlının kendisi dersek zaten bu sistemler yokken canlı diye bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. Evrimcilerin bu tür iddiaları, “zaman içinde arabalar kendi içlerinde motorları ve transmisyon sistemlerini yaratarak hareket etmeye başladılar” şeklinde bir iddia öne sürmekten daha farklı değildir. Herkes bilir ki bir otomobilin ortaya çıkması için, gerek o otomobilin kaportasından gerekse içindeki motordan ve diğer aksamlardan çok daha gelişmiş ve kompleks tasarıma sahip fabrikalar gereklidir. Ve yine herkes bilir ki bu fabrikalar da akıl, zeka, bilinç ve irade sahibi kimseler tarafından dizayn edilir ve inşa edilirler. Bir otomobilin doğa şartlarıyla kasasının oluştuğu, sonra da zaman içinde bu kasanın kendi içinde motorlar, aküler, radyatörler ve diğer sistemleri yarattığını iddia etmenin ne anlama geleceği bellidir.
Üstteki ifadede bulunan bir diğer mantıksızlık da, canlılığın trilyonlarca sene söz konusu moleküler makineler ve yapılar olmadan varlığını sürdürdüğü yanılgısıdır. Zaten bu makineler ve yapılar canlı hücresinde bulunmadan hücrenin yaşamsal fonksiyonlarını, görevlerini yerine getirmesi, neslini sürdürmesi mümkün değildir. Bu durumda, nasıl olsun da bir canlı türü trilyonlarca kuşak süresince kendi içindeki hayati makineleri ve yapıları yaratmakla uğraşsın? Canlı hücresi, daha kendi varlığını sürdürecek sistemleri, yapıları yokken, bu makineleri “yaratacak” mekanizmaları nereden bulsun, hangi akıl, şuur ve iradeyle bu makineleri tasarlayarak üretsin, bunların yapım planlarını da genetik şifreye kodlayıp eklesin?
İçiçe geçmiş, her parçası birbiriyle bağlantılı parça ve sistemlerden oluşan canlı hücresinin tek bir organelinin bile eksikliği o hücrenin ölerek yok olması anlamına gelir. Hücrenin bu eksikliği zaman içinde telafi edecek, “evrim”le tamamlayacak bir bekleme süresi yoktur. Yani milyonlarca sene rastlantıların küçük küçük parçaları bir araya getirmesiyle bir canlı hücre oluşması mümkün değildir. Hücre her parçasının ayrı ayrı deneme-yanılma süreçleriyle oluşmasını bekleyemez. Hücrenin varlığını ve neslini sürdürmesi için daha en başında bütün parçalarıyla eksiksiz ve kusursuz bir bütün halinde olması zorunludur…
Her ne kadar evrim propagandası içeriyorsa da Selçuk Alsan”ın çevirisini yaptığı “Biyomoleküller ve Nanoteknoloji” isimli makalenin bazı yerlerinde ister istemez bu kaçınılmaz gerçek itiraf edilmek zorunda kalınmış:
“Bir hücre yaşayabilecek bir kuşak oluşturamazsa, o zamana kadar elde etmiş olduğu tüm kalıtsal kazanımları kaybolup gider…” “… Canlı hücrelerinse böyle bir yap-boz özgürlüğü bulunmuyor. Hücre kumar oynar ve içindeki hayati makinelerden birisini değiştirirse, bu değişme derhal olumlu bir sonuç vermelidir; aksi halde sonuç bir felaket olabilir.” (sf.61)
Görüldüğü gibi bu itiraflar evrim tezinin kendi iç çelişkilerini ortaya koymaktadır. Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi hücrede her şeyin daha ilk anda yerli yerinde, eksiksiz ve en mükemmel şekliyle bulunması zorunludur. En küçük bir eksiklik ya da değişiklik hücrenin felaketi anlamına gelecektir. Değil milyarlarca, isterse trilyonlarca kere trilyonlarca sene sürsün evrimin iddia ettiği türden bir deneme yanılma sürecinin canlı bir hücre meydana getirmesi mümkün değildir. Evrimin mekanizması olan bilinçsiz tesadüflerin, rastlantıların, doğa olaylarının tek bir seferde hücredeki indirgenemez komplekslikteki yapıları ve sistemleri ortaya çıkarmış olmasının ihtimal dışı olduğu da açıktır.
Kaldı ki cansız doğa koşulları canlı varlıkları sürekli düzensizliğe, bozulmaya, tahrip olmaya, parçalanmaya götüren sayısız süreçlerle doludur. Dolayısıyla canlılığı meydana getiren bir güç olması imkansızdır. Canlılık tam aksine, doğal şartlara direnç gösteren ve varlığını ve neslini sürdürme yönünde düzenli ve planlı yapı ve sistemlere sahip bilinçli bir tasarıma sahiptir. Bu da canlıların Allah”ın yarattığının apaçık bir delilidir.
3- Yazıda geçen bir başka yanıltıcı ifade de şöyle: “Biyolojik evrimin temel olayları, mütasyonlar ve bir bireyde iki farklı kişinin (anne ve babanın) genlerinin bir araya gelmesidir; buna “genetik rekombinasyon” denilir.” (sf.61)
Mutasyonlar canlıların genetik şifrelerinde, radyasyon, kimyasal etkiler gibi bir takım dış etkenler nedeniyle meydana gelen bozulma ve değişmelerdir. Sağlıklı bir canlının genetik yapısı kusursuz bir düzen ve dizilime sahiptir. Mutasyonlar ise bilim dünyasının ortak kabulüyle DNA üzerinde %99 zararlı ve tahrip edici, %1 ise etkisiz role sahiptir. Mutasyonlar canlıdaki genetik bilginin kayıtlı olduğu DNA dizilimlerini parçalar, yokeder veya yerlerini değiştirirler. Mevcut bilgiyi ortadan kaldırırlar. Radyasyonun sebep olduğu mutasyonların genler üzerindeki zararlı etkisinin güncel örneklerinden birkaçı Hiroşima, Nagasaki ve Çernobil vakalarıdır. Bu felaketlere maruz kalanlarda meydana gelen genetik mutasyonlar sonucunda, sayısız insan ve canlı hayatını kaybetmiş, pek çoğu sakat kalmış, daha sonra gelen jenerasyonlarda dahi özürlü bireyler dünyaya gelmiştir.
Dolayısıyla mutasyonlarla bir canlının genetik bilgisinin artması, canlının yeni özellikler kazanarak gelişmesi biyoloji kurallarına aykırıdır. Fakat evrimciler doğada evrime sebep olabilecek hiçbir mekanizma bulamadıkları için, çaresizce genetik şifre üzerinde tek etken unsur olan mutasyonlara sarılmak zorunda kalmışlardır. Bu etkenin hiçbir evrimleştirici, geliştirici faydası olmadığını, tam aksine genetik şifre için en zararlı etken olduğunu bilmelerine ve bunu açıkça gözlemlemelerine rağmen…
Yukarıdaki ifadede yer alan bir başka yanıltıcı nokta da anne baba genlerinin çocuklarda bir araya gelmesi olan “genetik rekombinasyon”un evrimin temeli olduğu safsatasıdır. Bu iddia bütünüyle bir mantık çöküntüsünün ve çaresizliğin ürünüdür. Genetik rekombinasyon, bir türün fertlerinde bulunan farklı genetik özelliklerin çapraz döllenmeler sonucunda yeni jenerasyonlarda bir araya gelmesi, bu suretle yeni gen kombinasyonlarının ortaya çıkmasıdır. Örnek verecek olursak, kısa boylu çekik gözlü Çinliler ile uzun boylu renkli gözlü Batı ırklarının birleşmeleri sonucunda uzun boylu-çekik gözlü veya kısa boylu-renkli gözlü ya da her iki taraftaki fiziksel özelliklerin muhtelif kombinasyonlarına sahip bireyler ortaya çıkacaktır. Fakat bu temel biyolojik kuralın evrimleşmeyle hiçbir ilgisi yoktur.
Burada söz konusu olan olay yalnızca farklı bireylerdeki daha önce de mevcut olan farklı genetik özelliklerin sonraki nesillerde bir araya gelmesi, çaprazlanmasıdır. Bu olayın ise evrimle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü, ortaya yeni bir tür, yeni bir özellik, yeni bir genetik bilginin çıkması gibi bir durum yoktur. Evrim, bilindiği gibi, doğa olaylarının rastlantılarla canlılara yeni özellikler katarak onları evrimleştirdiği, türlerin zamanla başka türlere dönüştüğü gibi bir hikayeyi savunur ki, genetik rekombinasyonu buna delil olarak göstermek ya bilgisizlik ya da samimiyetsizlik örneğidir.
Her canlı türünün bütün bireylerinin taşıdıkları farklı genetik özelliklerin tümünün toplamına o türün “gen havuzu” denir. Her türün gen havuzu sabittir. Bu havuz içindeki genler karşılıklı çaprazlanmalar sonucunda ortaya çıkan yeni nesillerde farklı kombinasyonlarda bir araya gelirler. Fakat tür hep aynı türdür. Sadece çeşitlenmeler artmıştır. Bu çeşitlenmenin de her tür içinde belli bir limiti vardır ve bu limitin ötesinde bir çeşitlenme mümkün değildir. Örneğin çaprazlama sonucu beş metrelik ya da saatte 150 kilometrelik hızla koşan veya bir tonluk bir ağırlık kaldırabilen bir insaınn ortaya çıkması söz konusu değildir.
Yani farklı insan ırkları aralarında ne kadar fazla sayıda çaprazlanırsa çaprazlansınlar, farklı genetik özelliklere sahip bireyler çiftleşerek ne kadar melez nesiller üretirlerse üretsinler, bu çaprazlanmalar sonucunda kanatlı ya da yüzgeçli bir insan ortaya çıkmaz.
Burada yapılmak istenen, bütünüyle farklı bir mantığa ve mekanizmaya sahip bir biyolojik olayın, göz boyamayla çarpıtılarak evrime adapte edilmeye çalışılmasından başka bir şey değildir. Bu yöntem de evrimcilerin en sık başvurdukları hilelerden birisidir.
Unutulmamalıdır ki evrim, evrimcilerin yansıtmaya çalıştıkları gibi, bir biyoloji kanunu değildir. Çünkü biyoloji deney ve gözlemler üzerine kurulmuş pozitif bir bilim dalıdır. Evrim ise hiçbir deney ve gözlemle kanıtlanamamış, —buraya kadar da örneklerin gördüğümüz gibi— yalnızca bir takım dayanaksız ve spekülatif teoriler, varsayımlar, kabuller ve önyargılar üzerine kurulu bir iddiadır. Materyalist felsefenin canlıların kökeni konusundaki ideolojik ön yargısına ve beklentisine verdiği isimdir. Somut bir gerçekliği yoktur.
Herhangi bir bilim adamının evrimci olması evrimin bilimsel bir teori olduğu anlamına gelmez. Sadece o bilim adamının materyalist dünya görüşüne sahip olduğunu ve olayları evrimci bakış açısıyla yorumlamaya çalıştığını gösterir. Herhangi bir evrimci bilim adamının bilimsel bir yazısında evrimi savunması da evrimin kanıtlandığını göstermez. Yazıda deneylerle, gözlemlerle kanıtlanmış pek çok bilgi yer alabilir, ancak bu tür yazılarda çoğunlukla bir takım bilimsel gerçekler, buluşlar arasında “evrim” sözcüğünün geçirilmesiyle evrim düşüncesine de bir gerçeklik, bilimsel bir kimlik kazandırılmaya çalışılır. Fakat dikkat edildiğinde, bu yazıda incelediğimiz makalede olduğu gibi okuyucuya hiçbir bilimsel açıklama ya da kanıt sunulmadığı halde, göz boyamalar, laf oyunları, yanıltma tekniklerine dayalı bir takım yöntemlerle evrim kavramı empoze edilmek istenir.
4- “Hayatın tek bir ata hücreden evrimleşmesi sonucu, bütün canlıların moleküler planları aynıdır.” (sf.62)
Dergide yer alan bu cümle, görüldüğü gibi hiçbir bilimsel ölçü ve değer taşımamaktadır. “Hayatın tek bir ata hücreden evrimleştiği” tamamen soyut bir iddiadır. Hiçbir somut bulguya, bilimsel bir veriye ya da kanıta dayanmamaktadır. Dolayısıyla, bütün canlılarının moleküler planlarının aynı oluşunun evrim gibi hayali bir iddiaya delil oluşturmaz. Hücredeki karmaşık yapıların, organellerin ve sistemlerin içindeki milyonlarca proteinden en basitinin bile rastlantılarla oluşması matematiksel olarak sıfır ihtimalse, tek mantıklı açıklama hücrenin bütün parçaları ve yapı taşlarıyla yaratılmış olduğudur. Dolayısıyla hayat tek bir ata hücrenin evrimleşmesi sonucu değil, Allah”ın tüm canlı türlerini ayrı ayrı yaratmasıyla ortaya çıkmıştır.
Bütün canlıların moleküler planlarının aynı olması ise, bu dünya koşullarında canlılığın var olması ve sürmesi için hepsinde aynı ideal temel yapı ve sistemlerin bulunması gerektiğindendir. Yalnızca bu bile canlılıkta son derece mükemmel ve kusursuz bir ortak tasarım olduğunun bir kanıtıdır. Ortada böyle üstün ve ortak bir tasarım olması da gösterir ki elbette onu tasarlayıp var eden tek bir Yaratıcı vardır. O da tüm canlıları yoktan var eden Yüce Yaratıcı Allah”tır.
Ancak makalede kullanılan üsluba dikkat edilirse, sanki hayatın tek bir ata hücreden evrimleştiği hikayesi kesin ve kanıtlanmış bir gerçekmiş de bu gerçeğin ışığında bir takım biyolojik olaylar aydınlanıyor gibi kendinden emin bir hava verilmek istenmiştir. Bunun sebebi ise, evrimcilerin elinde teorilerini kanıtlayabilecek hiçbir bilimsel ölçü bulunmadığı için, konunun detaylarına ve kökenine inmeden edebi tekniklerle okuyucuya güvenilir bir izlenim verebilme çabasıdır. Bu şekilde sanki konunun detayları yalnızca uzmanların anlayabileceği çok karmaşık bilimsel metodlarla çözülmüş de okuyucuya, sade ve emin bir dille, varılan sonuç aktarılıyor görüntüsü verilir. Okuyucu da evrimi gerçekten bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçek sanır.
Oysa ortada bilimsel bir gerçek olsa, bunun nasıl kanıtlandığını anlamak o konunun uzmanları dışındakiler için bazen gerçekten de zor olabilir. Fakat, ortada mantıksızlığı ve gereçekleşmesi ihtimal dışı olduğu apaçık olan bir iddia varsa, bunun safsata olduğunu anlamak için lise düzeyinde bir biyoloji ve matematik bilgisi dahi rahatlıkla yeterli olur. Evrim için de aynı durum söz konusudur. Örneğin, basit bir ihtimal hesabıyla, değil hücrenin, hücrede bulunması zorunlu olan 500 amino asitlik orta büyüklükteki bir proteinin doğru diziliminin, tesadüfler sonucu ilkel dünya şartlarında kendiliğinden oluşmasının 10 üzeri 950 de bir ihtimal olduğunu bilen bir kimse artık evrim hakkında ne kadar dil dökülürse dökülsün, bunların hepsinin maksatlı, çarpıtılmış ve bilim dışı iddialar olduğunu rahatlıkla görür. Biraz da dikkatliyse ve muhakemesi çalışıyorsa, incelediğimiz makalede geçen, “Bütün canlılar 4 ana yapı taşından oluşurlar: protein, nükleik asit, polissakarid ve lipidler… Evrimin ilk anlarındaki hücreler bu 4 maddeyi, diğer maddeler arasından seçerek aldılar…” (sf.62) şeklindeki ifadelerin ne derece çelişkili olduğuna, evrimcilerin ne kadar büyük bir mantık çöküntüsü içinde bulunduğuna bizzat şahit olur.
Öncelikle bu 4 ana molekül zaten hücrenin temelini, daha doğru bir deyimle bizzat kendisini oluşturur. Bunlar olmadan hücre diye bir şeyden de bahsedilemez. O halde, olmayan bir hücre nasıl oldu da kendini daha sonra oluşturacak bu molekülleri diğerleri arasından seçti? Bu hayalet hücre kendisini oluşturacak molekülleri, yapı taşlarını, daha kendisi ortada yokken hangi akıl, şuur, irade ile kararlaştırdı ve seçerek kendi kendisini meydana getirdi? İşte evrimcilerin iddiaları her seferinde böyle sayısız çelişki ve tutarsızlığı da beraberinde getirmektedir.
İçinde gerçekten hücredeki moleküllerin hayret verici fonksiyonları, yapıları, özellikleri hakkında son derece faydalı ve ilginç bilgiler ve gözlemler yer alan böyle bir makalede konu bir şekilde zorla evrime bağlanmaya çalışıldığında ortaya bu derece çelişkili, bilimle, mantıkla, bilim adamı olmakla bağdaşmayacak, sıradan bir kimsenin dahi içine düşmeyeceği tutarsızlıklar çıkabilmektedir.
5- Buraya kadar, söz konusu makalede geçen evrimci ifadeleri ana hatlarıyla inceledik ve değerlendirdik. Aynı zihniyette kaleme alınmış, aynı çarpık mantık örgülerinin yer aldığı, benzer yanıltma ve çarpıtmaların yapılmaya çalışıldığı diğer bazı ilginç ifadeleri de, örnekleri çoğaltma ve ibret kastıyla fazla açıklamaya gerek duymadan bu madde altında aktarmakta yarar görüyoruz. Bu ifadeleri de daha önceki maddelerde yaptığımız açıklamalar ışığında kolaylıkla değerlendirmek mümkün.
İşte, bu kez de felsefi bir üslupla süslenerek makalenin cümle aralarına serpiştirilmiş ve okuyucu farklı açıdan etkilemeye yönelik ifadelerden birkaçı:
– “Evrim sırasında karşıt görev gereksinimlerinin etkileşimi, bu estetik açıdan şaşırtıcı sonucu doğurmuştur.” (sf.64)
– “En önemli evrimsel güç, büyük proteinlere gereksinim olmasıdır.” (sf.64)
Uykulu gözlerle okuyan, telkine açık kişilerin bilinç altlarına etki etmeyi amaçlayan bu cümlelerin, dikkatli bir göz ve açık bir şuurla okunduğunda içerik olarak hiçbir anlam, bilgi ya da mantık içermedikleri hemen görülür.
Devam edelim:
– “Evrim beklenmedik bir sonuç yarattı: Protein moleküllerinin simetrik oluşu.” (sf.64)
– “Bir kere proteinler arası ara yüzler çok özel ve çok yön göstericidir; bu nedenle evrim çoğu olguda alt birimler arasında tek bir tip birleşmeyi seçer ve onu iyileştirir.” (sf.65)
Size bir öneri: “Evrim” sözcüğü yerine herhangi bir Roma ya da Yunan tanrısının veya Eski Arap Yarımadasında tapınılan bir totemin adını koyun cümleler anlamından hiçbir şey kaybetmeyecektir. Bu yöntemle, Allah”ı bırakarak başka ilahlar edinmiş olan ve ilahlarına Allah”ın vasıflarını vermeye çalışan eski putperest toplumların zihniyeti ve olaylara yaklaşımı bugünkü evrimcilerinkinden hiç de farklı olmadığını göreceksiniz. Tek farkla, sahte ilaha takılan, Kuran”ın ifadesiyle “kuru isim” (içi boş, hayali, somut bir anlamı ya da gerçekliği olmayan isim) değişmiştir.
“Evrim, orta derecede etkin bir proteini bir heykeltraş gibi yavaş yavaş yontarak, yapısını görevine tam anlamıyla uyan bir molekül yaratır. Bu süreç evrim açısından kolay, fakat biyoteknoloji açısından çok zordur.” (sf.65)
20. hatta artık 21. yy.ın teknolojisiyle donanmış akıllı, zeki, bilinçli insanlar böyle bir süreci laboratuarlarında gerçekleştiremezken, evrim gibi kör, şuursuz, tesadüf ve rastlantılarla işlediği öne sürülen bir mekanizma bu süreci kontrolsüz doğa koşullarında kolaylıkla gerçekleştirdiği iddia edilmektedir. Böyle bir iddianın ne derece sağlıksız bir yargının ürünü olduğunu okuyucu rahatlıkla takdir edebilir.
Makale, tüm canlıların kökenini meşhur “Doğa Ana” kavramına bağlayarak ve bu ne olduğu belirsiz “Doğa Ana”yı yüceltilerek sona ermektedir. Taş, toprak, su, hava, gökyüzü vs.nin toplu adı olan “Doğa Ana” her şeyin yaratıcısı kutsal bir varlık olarak anılmaktadır. Kısacası, evrimciler, tarihteki diğer putperestler gibi, cansız, bilinçsiz maddeleri kendilerinin ve tüm canlılığın yaratıcısı sanmakta ve saymaktadırlar.
Sonuç olarak, Selçuk Alsan tarafından çevrilen ve “Bilim ve Teknik” dergisinin Ağustos 2000 tarihli sayısında yayınlanan “Biyomoleküller ve Nanoteknoloji” isimli makale, asıl olarak Darwinizm’in tam bir “cansız maddeye tapınma” inancı, yani çağdaş bir putperestlik olduğunu göstermesi açısından önem taşımaktadır.