Bilindiği gibi Darwin’in evrim teorisi, canlılığın başlangıcında var olduğu iddia edilen “hayali ilk hücreye” dayanır. Darwinistlerin canlılık üzerine kurdukları tüm senaryo, çamurlu suyun içinde tesadüfen meydana geldiğini iddia ettikleri o ilk hücreye bağlıdır.
Fakat ilginç olan, Darwinistlere göre çamurlu suyun içinde tesadüfen oluşması gereken o mucizevi ilk hücre, bugün 21. yüzyılda, uzay teknolojisinin uygulandığı bir çağda, Nobel ödüllü bilim adamlarının denetiminde, yüksek donanımlı ve oldukça kapsamlı dünyanın en büyük laboratuvarlarında ÜRETİLEMEMEKTEDİR. Darwinistlerin kendi kendine oluştuğunu varsaydıkları bu sözde “basit” yapı, nedense bir türlü elde edilememektedir. Dünyanın en ünlü profesörlerinin en kapsamlı araştırmaları bu hayali ilk hücre üzerine odaklanmıştır, bu kişilerin neredeyse tüm yaşamları söz konusu hayali ilk hücreyi üretebilmek uğruna geçmiştir. Ülkeler bunun için binlerce dolarlık fon ayırmış, gerekli teçhizatlar alınmış, tüm gerekli alt yapı hazırlanmış, profesörler yetiştirilmiş olmasına rağmen “tek bir hücre” bir türlü yoktan var edilememektedir.
Elbette bu durum Darwinistler açısından bir panik sebebidir. Çünkü bu durum Darwinizm adına son derece önemli gerçekleri göstermiştir:
1. DARWIN YANILMIŞTIR. Hücre hiç de Darwin’in sandığı gibi basit değildir. Hücre, indirgenemez kompleks yapısıyla muhteşem bir detay ve komplekslik barındırır ve içindeki donanımlar insan becerilerinin üstüne geçmektedir.
2. DARWINİSTLER HAYATIN KÖKENİNİ AÇIKLAYAMAMAKTADIRLAR.
3. Canlıya ait en temel yapı, yani hücre tesadüfen oluşamıyorsa, kompleks özellikler barındıran CANLI ÇEŞİTLİLİĞİNİN TESADÜFEN OLUŞMASI ÇOK DAHA OLANAKSIZDIR.
4. Ve eğer Darwinistler tarafından yaşamın kökeni açıklanamıyorsa, bu durumda HAYALİ EVRİM SÜRECİ HAKKINDAKİ TÜM HİKAYELER VE SPEKÜLASYONLAR DA YALANDIR.
Darwinistler hayatın kökeni hakkında çeşitli hikayeler uydursalar, akla hayale gelmeyecek senaryolarla insanları aldatmaya çalışsalar da durum değişmez, her seferinde çeşitli vesilelerle hayali ilk hücreyi açıklayamadıklarını dile getirmek zorunda kalırlar. Bunun belki de en iyi göstergesi, bu uğurda gerçekleştirilmiş olan laboratuvar deneyleridir.
Miller Deneyi ve İlk Başarısızlık
1953 yılında Stanley Miller’in yapmış olduğu deney, bilim tarihinde Miller deneyi olarak tanınmıştır. Bu deneyde Miller, soğuk tuzak gibi doğada bulunması mümkün olmayan düzenekleri ve sözde ilkel atmosfer olarak tanımladığı ortamda var olmayan gazları kullanarak amino asit elde etmeye çalışmıştır. İlkel atmosferde bulunan ve oluştuğu anda bütün amino asitleri parçalayacak güçte olan oksijen ise, bu deneye dahil edilmemiştir. Deney sonucunda Miller, birkaç tane amino asit elde etmiş ve Darwinist bilim dünyası bunu büyük bir başarı olarak lanse etmeye çalışmıştır. Oysa tam tersine, bu deney Darwinistlerin yaşamın kökenini açıklayamadıkları gerçeğini bilimsel anlamda delillendirmiş bir deneydir.
Miller deneyi gerçek dünya atmosferi ile uyuşmayan çok fazla detay içermiş ve pek çok yönden açmazlar ortaya koymuştur. Fakat Miller’in deneyi, bütün bunlar gözardı edilmiş olsa bile büyük bir başarısızlık sergilemektedir. Kontrollü laboratuvar ortamında, ilkel atmosferi yansıtmayan şartlar içerisinde, tüm gerekli tedbirler alınarak elde edilmiş olan bu amino asitlerin bir araya gelerek, gerekli dizilimi oluşturması ve fonksiyonel bir protein ortaya çıkması ihtimali matematiksel olarak sıfırdır. Miller deneyinin geçersizliği ile ilgili detaylı bilgiyi buradan okuyabilirsiniz.
Miller, ilkel atmosferi oluşturmak amacıyla kullandığı gazların gerçekçi olmadığını kendisi de itiraf etmiştir. 1983 yılında aynı deneyi gerçekçi atmosfer şartlarında gerçekleştirmiş ve tek bir tane bile amino asit elde edememiştir.
Jeffrey Bada’nın Teşebbüsü Aynı Darwinist Başarısızlığı Sergilemektedir
|
Miller’in öğrencisi Darwinist kimyager Jeffrey Bada, Miller’in ölümünün ardından bu deneyi tekrar etme kararı aldı. Miller’in 1983 yılında gerçekleştirdiği ve başarısız olan deneyini temel alan Bada, Miller’dan farklı ama tıpkı onun gibi kontrollü bir deney ortamı meydana getirdi. Ve deneyi sıcak volkanik ortam içinde gerçekleştirmeye karar verdi. Amino asitlerin oluşumu sırasında nitratın yıkıcı etkisi olacağını bilen Bada, oluşturduğu atmosfer ortamına, nitrat ile birlikte yıkıcı asitleri nötralize etmek için demir ve karbonat da ekledi.
Bada yukarıda saydığımız bütün maddelerin ilkel dünya atmosferinde bulunduğunu varsayarak hareket ediyordu. Tıpkı Miller’in 1953’te yaptığı gibi, ilkel dünya atmosferinde bulunan ama amino asitlerin oluşumunu engelleyen tüm gazlar devreden çıkarılmıştı. Bununla da yetinilmeyerek amino asitlerin oluşumunu sağlayabilmek için yapay bir volkanik ortam meydana getirilmişti. Ortam, ilkel atmosferi yansıtmıyordu, fakat Darwinist zihniyete göre, hayatın kökeni deneyi “sahte bir başarı sağlanması amacıyla” bu şartlar dahilinde gerçekleştirilmeliydi.
Bada, meydana getirdiği bu kontrollü ortam içinde Miller’in 1953 yılında gerçekleştirdiği deneyinden biraz daha fazla amino asit elde etti. Eğer ilkel atmosferi gerçekçi bir şekilde bu deneye dahil etmiş olsaydı, tek bir tane bile amino asit elde edemeyeceğini kendisi de biliyordu. Şimdiye kadar ilkel atmosfer şartları kullanılarak yapılmış diğer deneylerin başarısızlığı da bu gerçeği tüm açıklığıyla gösteriyordu.
Ne var ki Darwinist yayınlar, beklendiği üzere, Bada’nın elde ettiği amino asitleri bir başarı gibi göstermeye çalıştılar. Oysa bu deney, bir başarı değil, başarısızlık göstergesidir. Bu deney, canlılığın tesadüfen meydana gelemeyeceğinin 21. yüzyılda da kanıtlanmış olması bakımından önem taşımaktadır. Elde edilen amino asitleri bir başarı olarak görenler yanılmaktadırlar. Unutulmamalıdır ki, şartlar tam Darwinistlerin istedikleri şekilde olsaydı ve canlılık için gerekli olan tüm amino asitler elde edilseydi bile, amino asitleri çok daha kompleks bileşiklere, proteinler gibi polimerlere dönüştürecek gerekli kimyasal değişimlerin gerçekleşmesi, bunların kusursuz şekilde işlevsel hale gelmesi ve bir proteini mükemmel şekli ile oluşturacak bir düzenleme oluşması İMKANSIZDIR. Amino asitler, muhteşem protein moleküllerinin var olması için gereken yüzlerce şarttan yalnızca bir tanesini oluşturmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi amino asitlerin bir araya gelerek proteinleri oluşturması, 10950’de bir ihtimal gibi hayret verici bir imkansızlık sergiler. Nitekim New York’daki Rensselaer Politeknik Enstitüsü’nden kimyager James Ferris, Bada’nın deneyine yönelik olarak şu yorumu yapmıştır:
“Bir miktar amino asit elde ettiniz. Ama elde edemediğiniz şey nükleik asitlerin yapı taşlarıdır.” 1
Ayrıca unutulmamalıdır ki, Darwinistlerin burada ulaşmaya çalıştıkları şey “hayali ilk hücreyi” elde etmektir. Oysa hücre, mükemmel komplekslikteki binlerce proteinin yanı sıra, DNA gibi dev kompleks molekülleri, ribozom, mitokondri, hücre zarı, endoplazmik retikulum gibi üstün donanımdaki organelleri barındırmakta olan hayranlık uyandırıcı ve indirgenemez komplekslikte bir yapıdır. Ve Darwinistler henüz bu hücrenin tek bir proteininin ortaya çıkışını bile açıklayamamışlardır.
Tanınmış Rus evrimci A. I. Oparin’in bu konu hakkındaki açık itirafı şöyledir:
Maalesef hücrenin meydana gelişi evrim teorisinin bütününü içine alan en karanlık noktayı teşkil etmektedir. 2
Sonuç:
Bilim dünyasına bir başarı gibi lanse edilen pek çok şey, hep evrim adına bir hüsranın habercisi olmuştur. Darwinist propagandaya alet edilmeye çalışılan fosiller hep Darwinist sahtekarlığı ortaya çıkarmış, evrim teorisi adına uydurulmuş hikayeler, yeni bilimsel bulgularla çöküşe uğramıştır. Hayatın kökeni konusunda da Darwinistlerin başına hep aynı şey gelir. Başarılı, uzman kimyagerlerin, dünyaca ünlü profesörlerin, yüksek teknolojiye sahip laboratuvarlarda yaptıkları deneyler evrim adına hep başarısızlık sunmuştur.
Jeffrey Bada’nın gerçekleştirmiş olduğu deneyin sonucu da evrim adına önemli bir sonucu ortaya çıkarmaktadır. Darwinistler, canlıların gelişimi, insanın hayali evrimi hakkında ne kadar hikaye üretirlerse üretsinler hep şu gerçekle karşı karşıyadırlar: Hayatın kökenini açıklayamamaktadırlar.
Elbette açıklamaları imkansızdır. Çünkü hayatın kökeni tesadüfen oluşmuş o hayali ilk hücre değildir. Yaşam yeryüzünde Rabbimiz olan Yüce Allah’ın “Ol” emri ile var olmuştur ve O’nun dilemesiyle varlığını sürdürmektedir. Hücreyi, canlıyı, o canlının yaşadığı evreni bu kadar kompleks yaratan, kusursuzluğu her detayda sergileyen alemlerin Rabbi olan Allah’tır. Bu muhteşem yaratılış, Darwinistleri çaresiz ve açıklamasız bırakmaya devam edecektir.
Allah bir ayetinde kusursuz yaratmasını şöyle haber verir:
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “Ol” der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
1 http://www.harunyahya.org/bilim/hy_protein_mucizesi/protein4.html
2 A. I. Oparin, Origin of Life, s. 196