Bilim ve Teknik dergisinin Aralık 2006 sayısında “Yaşam Kaçınılmaz mıydı?” başlığını taşıyan bir haber yayınlandı. Haber, yaşamın sözde kendiliğinden başlangıcıyla ilgili yeni bir iddia hakkındaydı. Ancak yazıda dikkat çeken, hiçbir bilimsel kanıta dayanmayan bu iddiadan çok, ilgili araştırmacıların içinde bulunduğu muhakeme kriziydi. Materyalizme körükörüne bağlılıktan kaynaklandığı anlaşılan bu krizi inceleyelim.
George Mason Üniversitesi”nden biyolog Harold Morowits ve Santa Fe Enstitüsü”nden fizikçi Eric Smith, yaşamın sözde kendiliğinden başlangıcının, dünyanın erken dönemlerinde hakim jeolojik süreçlerle gerçekleşen enerji birikiminin doğal ve zorunlu bir sonucu olabileceğini öne sürmektedirler.
Dünyanın erken dönemlerinde hakim jeolojik süreçler…
Enerji birikiminin doğal ve zorunlu bir sonucu….
Burada iki kısa cümle halinde gördüğünüz ifadelerde aslında çok ama çok büyük bir masal gizlidir. Sınırsız bir hayalgücü içeren bu masal, yaşamı materyalist dogmaya göre açıklama zorunluluğu yüzünden geliştirilmiş, bilimdışı bir hikayedir.
Hemen belirtmek gerekir ki, doğada cansız maddeyi canlı hücreye dönüştürecek hakim bir jeolojik süreç yoktur. Örneğin deprem gibi tektonik hareketler ya da volkanizma etkisiyle ya da yeryüzünü şekillendiren rüzgar, yağmur gibi kuvvetlerle hiçbir yaşam formu kendiliğinden ortaya çıkmamıştır.
Ayrıca yaşamın jeolojik süreçlerle açıklanabilir olduğu izlenimini vermeye çalışmak, gülünç karşılanması gereken bir çabadır. Çünkü canlı hücre, birtakım moleküllerin bir yerlerden yuvarlanarak oluşturduğu bir yığından ibaret değildir. Yaşam, olağanüstü bir organizasyon sergilemenin yanı sıra, yapısal oluşuma indirgenemeyen bir nitelik de barındırır. Bu nitelik, yaşamın genetik bilgiye dayalı oluşudur. Bilgi ve madde birbirinden ayrı alanlar olduğu için ise hücredeki varlıklarının kökeni ayrı ayrı incelenmelidir.
Evrim teorisinin en önde gelen savunucularından biri olan olan George C. Williams, çoğu materyalistin ve evrimcinin görmek istemediği bu gerçeği şu sözlerle kabul eder:
Evrimci biyologlar, iki farklı alan üzerinde çalışmakta olduklarını şimdiye kadar fark edemediler; bu iki alan madde ve bilgidir… Bu iki alan, “indirgemecilik” olarak bildiğimiz formülle asla bir araya getirilemezler… Genler, birer maddesel obje olmaktan çok, birer bilgi paketçiğidir… Biyolojide genler, genotipler ve gen havuzları gibi kavramlardan söz ettiğinizde, bilgi hakkında konuşmuş olursunuz, fiziksel objeler hakkında değil… Bu durum, bilginin ve maddenin varoluşun iki farklı alanı olduğunu göstermektedir ve bu iki farklı alanın kökeni de ayrı ayrı araştırılmalıdır. (George C. Williams. The Third Culture: Beyond the Scientific Revolution. (ed. John Brockman). New York, Simon & Schuster, 1995. s. 42-43)
Bilim ve Teknik yazısının ise bu sorunu tümüyle gözardı ettiği açıktır. Araştırmacıların, “nasıl olduysa oldu, bazı jeolojik güçlerin etkisiyle moleküller bir araya gelip canlı hücreyi oluşturdu” anlamına gelen iddiası, yaşamın temelindeki bilgiyi açıklamanın yanından dahi geçmeyen, son derece yüzeysel bir bakış açısının ürünüdür. Bunun ise yaşamın sözde kendiliğinden başladığı teorisine hiçbir geçerli açıklama oluşturmadığı kesindir.
Şimşek örneğinin geçersizliği
Evrimcilerin gerçekçilikten uzak, yüzeysel bakış açısı Bilim ve Teknik dergisinde verilen bir örnekte de bariz bir şekilde kendini göstermektedir. Yazıda yaşamın sözde kendiliğinden başlangıcının “Tıpkı şimşeklerin, bulutlardaki birikmiş elektrik yükünü boşaltmasına benzer biçimde” olan bir enerji boşalımının sonucu olabileceği yorumu yapılmaktadır. Oysa şimşekteki enerji boşalımıyla yaşamın sözde kendiliğinden başlangıcı arasında hiçbir geçerli benzerlik kurulamayacağı ortadadır. Yazıda da belirtildiği gibi, şimşek sadece bir enerji boşalımıyla ilgilidir ancak yaşam olağanüstü komplekslik sergileyen bir ve son derece bilinçli bir işleyişi olan “organizasyona” dayanmaktadır. Moleküler biyolog Michael Denton bu müthiş organizasyonu dev bir metropole benzeterek şöyle açıklar:
“Hayatın moleküler biyoloji tarafından ortaya çıkarılan gerçekliğini kavrayabilmek için, bir hücreyi yaklaşık bir milyon kez büyütmemiz gerekir, ta ki çapı 20 km.ye varıncaya kadar. Bu durumda hücre, New York ya da Londra gibi büyük bir şehri kaplayacak boyutta dev bir uzay gemisine benzeyecektir. Bunun sonucunda karşımızda benzersiz derecede kompleks bir sistem ve kusursuz bir tasarım olduğunu görürüz. Hücrenin yakınına gelir de onu incelersek, üzerindeki milyonlarca küçük kapıyla karşılaşırız. Aynen bir uzay gemisinde olabilecek otomatik kapılar gibi, bu kapılar sürekli olarak açılıp-kapanarak hücrenin içine ya da dışına yapılan madde akışını kontrol ederler. Eğer bu kapıların herhangi birinden içeri girersek, bizi olağanüstü bir teknoloji ve şaşkınlığa düşürecek bir komplekslikle karşılaşırız. Her türlü insan yapımı ürünün çok üstünde olan bu teknoloji, bizim yaratıcı zekamızı fazlasıyla aşar. Bu sistem, “tesadüf” kavramının her anlamda tam bir antitezini oluşturmaktadır”. (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985, s. 242)
Yeryüzünü kaplayan moleküllere isabet edecek şimşeklerin böylesine organize bir komplekslik meydana getiremeyeceği açıktır. Eğer yaşamın kendiliğinden ortaya çıkma ihtimalleri üzerinde şimşekle ilgili bir benzetme yapılacaksa ünlü astronom ve matematikçi Sir Fred Hoyle”un hesaplamalarına bakılmalıdır. Hoyle, kendisi de bir materyalist olmasına rağmen, tesadüfler sonucu canlı bir hücrenin meydana gelmesiyle, bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması arasında bir fark olmadığını belirtmiştir. (“Hoyle on Evolution”, Nature, cilt 294, 12 Kasım 1981, s. 105)
Kısacası şimşek gibi doğa olaylarının meydana getirdiği enerji boşalımlarının cansız maddeyi canlı hücreye dönüştüreceği iddiası matematiksel olarak imkansızdır, geçersizdir. Hele hele Bilim ve Teknik dergisinde yaşamın bu gibi enerji boşalımlarıyla “zorunlu” olarak ortaya çıktığının iddia edilmesi ise akıl ve bilimi tamamen terk etmek anlamına gelmektedir.
Araştırmacıların itirafı
Kaldı ki, Bilim ve Teknik dergisindeki iddianın hayali bir spekülasyondan öte gitmediğini araştırmacılar da bizzat kendileri itiraf etmektedir. Bu iddianın termodinamiğin ikinci yasasına aykırı olduğunu da belirten yazıda bu konuda şunlar yazılmaktadır:
Araştırmacılar görüşlerini kanıtlayacak daha fazla kuramsal araca gereksinimleri olduğunu itiraf ediyorlar…
Termodinamiğin ikinci yasası, evrenin bir bütün olarak giderek artan bir düzensizlik ürettiğini söylediğine göre, canlılarda son derece örgütlü ve düzenli işleyen biyokimyasal süreçlerin, kendiliklerinden nasıl olup da varolabildikleri, bilim insanlarının uzun süredir sordukları bir soru.
Evrimcilerin bilim anlayış(sızlığ)ı
Yukarıdaki alıntıda evrimcilerin bilim anlayışının içinde bulunduğu hezeyan göze çarpmaktadır. Yazıda da belirtildiği gibi Termodinamiğin ikinci yasası, evrenin bir bütün olarak giderek artan bir düzensizlik ürettiğini söylemektedir. Fiziğin en temel yasalarından birisi olan Termodinamiğin ikinci yasası, çok sayıda gözlem ve deneye dayanmaktadır. Buna göre canlılılık gibi organize kompleksliğin daha basit formdaki moleküler yapılardan aşamalarla gelişimi düşüncesinin bilime aykırı olduğu kesin olarak kanıtlanmış durumdadır.
Evrimciler ise bilimin bu iyi bilinen yasasını görmezden gelmektedirler. Bunun yerine, dünyanın eski jeolojik dönemlerinde var olmuş hayali doğa yasaları varsaymakta, bunların varlığı sayesinde hayatın bilinmeyen bir yolla kendiliğinden ortaya çıktığını öne sürmektedirler. Sadece materyalist varsayımları doğrultusunda geliştirdikleri bu senaryoyla ise, dogmayı bilime tercih ettiklerini göstermiş olmaktadırlar.
Böylesine bilimdışı bir anlayışın ise ülkemizin resmi kurumu TÜBİTAK”ın yayınında yer bulması oldukça düşündürücüdür. Umarız dergi editörleri bu önemli yanlışı giderir ve bundan sonraki yayınlarına bilimi materyalist dogmadan arındırmış bir anlayışla devam ederler.