Sayın Prof. Dr. Aslı Tolun’un, 2 Temmuz 2000 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nin Pazar ekinde yayınlanan röportajında ve aynı günün gecesi telefon bağlantısı ile katıldığı Kanal 7 televizyonunda yayınlanan “Siyah Beyaz” isimli programda, İnsan Genomu Projesi hakkında yaptığı açıklamalarda birçok bilimsel yanılgı bulunmaktadır. Kendisi ülkemizin saygın profesörlerinden biri olduğu için, yorumlarındaki önemli yanılgıların ve bilgi hatalarının kamuoyu nezdinde düzeltilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
Sayın Prof. Tolun’un evrim teorisini ispatlanmış bilimsel bir gerçek sanma yanılgısı
“Siyah Beyaz” programına konuk olarak katılan iki değerli bilim adamının, evrim teorisinin kesinlikle bilimsel bir teori olmadığına dair açıklamalarına ve gösterdikleri bazı delillere karşılık olarak, Prof. Tolun, programa telefonla bağlanmış ve evrim teorisinin kesinlikle tartışmaya açık olmadığını, ispatlanmış bilimsel bir gerçek olduğunu öne sürmüştür.
Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir ki, evrim teorisinin “tartışmaya açık olmayan kesin olarak bilimsel açıdan ispatlanmış bir teori” olduğu iddiasını, günümüzde dünyanın en önde gelen, en ateşli evrim otoriteleri dahi ileri sürememektedir. Sn. Tolun’un bu konuda bu kadar emin ve kesin konuşabilmesinin nedeni, muhtemelen güncel gelişmeleri ve bu konuda dünya çapındaki literatürü detaylı olarak takip edememesinden ve 1960’ların 70’lerin bilgilerini kullanarak görüş bildiriyor olmasındandır. Çünkü eğer evrim teorisi ile ilgili gelişmeleri yakından takip ediyor olsaydı, teorinin “ispatlanmış gerçek” olduğu yanılgısına düşmezdi.
Günümüzde, ilgili hiçbir bilim dalında, evrim teorisine delil oluşturabilecek bir bulgu veya deney bulunmamaktadır. Örneğin evrim teorisinin canlıların birbirlerinden türediklerini gösteren bir tane bile ara geçiş formu yoktur. Bugüne kadar evrimcilerin delil gibi sundukları sözde ara geçiş formlarının her birinin geçersizliği teker teker anlaşılmıştır.
Sayın Tolun’un uzmanlık alanı olan genetik konusu ise evrim teorisi için başlı başına bir muamma ve çıkmazdır. Hayatın tesadüfler sonucunda meydana geldiğini iddia eden evrimciler, bu konuda hiçbir bilimsel açıklama getirememektedirler. Nitekim bunu en ateşli evrim savunucuları dahi bu şekilde itiraf etmektedirler. Örneğin Nobel ödülü sahibi evrimci J. Monod, “Tek hücreli basit hayatın evrimle oluşma ihtimali sıfırdır” diyerek bu itirafı yapmıştır. ( W.R. Bird, The Origin of Species Revisited“, Nashville, 1991, s. 301)
Paris Üniversitesi”nden Schutzenberger ve diğer bilimadamları ise evrim teorisinin karşı karşıya olduğu matematiksel olasılık problemleri ile ilgili bir konferansta şöyle demiştir:
“Sonuç olarak, neo-Darwinist evrim teorisinde çok büyük bir boşluk olduğuna ve bu boşluğun, mevcut biyolojik bakış açısı ile doldurulamaz olduğuna inanıyoruz” (Schutzenberger, Algorithms and the Neo-Darwinian Theory of Evolution, in Mathematical Challenges to the Neo-Darwinian Interpretation of Evolution, s.73,75)
(Burada yer verdiklerimiz evrimcilerin itiraflarından yalnızca bir kaçıdır. Bu konudaki detaylı bilgiye Harun Yahya”nın Evrimcilerin İtirafları isimli kitabından ulaşabilirsiniz.)
Nitekim Sayın Tolun da, konunun uzmanı olmasına rağmen, canlılığın nasıl evrim sürecinde oluştuğuna dair televizyon programı esnasında da hiçbir açıklama getirememiş, ilgisiz konuları tekrar ederek, konuyu cevapsız bırakmıştır. Bir bilim adamı olarak Sayın Tolun da çok iyi bilmektedir ki, bir teori için birkaç bilim adamının ağız birliği ederek “bu teori kesin bir gerçektir” demeleri yeterli değildir. Bunun için bilimsel delillere, gözlem ve deneylere ihtiyaç vardır.
Sayın Tolun’un, genetik benzerliklerin evrimin delili olduğunu belirtmesi önemli bir yanılgıdır
Aslında Sn. Tolun’un da çok iyi bildiği gibi genetik benzerlikler evrime delil oluşturamaz. Canlıların genetik yapılarında benzerlikler olduğu doğrudur ve bu çok doğaldır. Sonuçta canlılığı oluşturan malzeme aynıdır. Ancak bunun canlılar arasında evrimsel bir akrabalık olduğuna dair delil olduğunu söylemek çok büyük bir yanılgıdır; özellikle de bir genetik bilimci açısından. Çünkü, birbirinden çok farklı türler arasında dahi, büyük genetik benzerlik mevcuttur.
Sözgelimi New Scientist dergisinde aktarılan genetik analizler, nematod solucanları ve insan DNA”larında %75’lik bir benzerlik ortaya koymuştur. (New Scientist, 15 May 1999, s. 27) Bu, elbette insan ile bu solucanlar arasında sadece %25’lik bir fark bulunduğu anlamına gelmemektedir! Eğer evrimcilerin kurguladığı soyağacına bakılırsa, insanın dahil edildiği Chordata filimu ile Nematoda filumlarının 530 milyon yıl önce bile birbirlerinden ayrı oldukları görülür. Yani evrimcilerin dahi akraba olarak tanımlayamalacakları iki çok farklı türün DNA’ları %75 benzerdir.
Buna bir başka örnek olarak Drosophila türüne ait meyve sineklerinin genleri ile insan genleri arasında tespit edilen % 60″lık benzerliği de verebiliriz. (Hürriyet, 24 Şubat 2000)
Öte yandan bazı proteinler üzerinde yapılan analizler de, insanı çok daha farklı canlılara yakın gibi göstermektedir. Cambridge Üniversitesi”ndeki araştırmacıların yaptığı bir çalışmada, kara canlılarının bazı proteinlerini karşılaştırmaktadır. Hayret verici bir şekilde, yaklaşık bütün örneklerde insan ve tavuk, birbirlerine en yakın akraba olarak eşleşmişlerdir. Bir sonraki en yakın akraba ise timsahtır. (New Scientist, c. 103, 16 Ağustos 1984, s. 19)
Evrimcilerin genetik benzerliğin türler arasında akrabalık ilişkisine delil olduğuna dair bir başka iddiaları ise, şempanzelerin ve insanların kromozom sayılarıdır. İnsanların 46, şempanzelerin ise 48 kromozomlarının olmasını, evrimciler akrabalıklarının bir delili olarak gösterirler. Bu durumda konunun uzmanı olarak Sayın Tolun’a soralım: Öyle ise, PATATES, insanın şempanzeden daha yakın bir akrabası mıdır? Çünkü patatesin kromozom sayısı insanınki ile tıpatıp aynıdır: 46.
Eminiz Sayın Tolun’un da kabul edeceği gibi genetik benzerlikler türler arası evrimsel akrabalığın bir delili kabul edilemez.
Sayın Tolun’un tesadüflerin kusursuz bir yapıya sahip canlıları oluşturduğuna inanma yanılgısı
Sayın Tolun, Hürriyet Gazetesi”ndeki röportajında şu açıklamalara yer vermiştir:
“Evrim aşamasında belli bir şekilde oluştuk, buna fazla müdahale edilemez, çünkü sistemimiz kaldırmaz. Ama belli bir dokuya gen eklemek mümkün…
… Diyelim ki, domuzun eti çok yağlı, bu nedenle sağlığa zararlı. Eti az yağlı bir domuz üretilirse insan sağlığı için çok yararlı bir iş yapmış olacaklardı. Hayvanı değiştirmeye çalıştılar. Domuzlardaki çalışmalar başarısız oldu. Yağsız et üretmeye çalışırken başka hastalıklar çıktı. Çünkü her organizma, insanlar da dahil, evrim sürecinde belli bir yolda ilerlemiş. Üç metrelik bir insan yaratmak istediğinizde bu kez dolaşım sistemi yetmeyecek buna. O nedenle bence çok da kolay değil insanı değiştirmek. İnsan için bunu yaparlar mı? Bilmiyorum. Bu da hangi amaçla yapılır onu da bilmiyorum. Ama insanla pek oynanmayacağını sanıyorum. “
Sayın Tolun’un da sözlerinde belirttiği gibi, her canlı son derece kompleks ve hassas bir dengeye sahiptir ve her canlı kusursuzca inşa edilmiştir. Böyle kusursuz, kompleks ve hassas bir yapının tesadüfen meydana gelen mutasyonlar ve doğal seleksiyon gibi bilinçsiz bir mekanizma tarafından oluşturulması ise kesinlikle imkansızdır.
En azından Sn. Tolun, kendisinin çok yakından tanıdığı DNA’nın tesadüfler sonucunda nasıl oluşabileceği üzerinde düşünebilir. DNA gibi gözle görülemeyecek bir yerde, milyarlarca bilgiyi barındıran bir yapının tesadüfen oluşması kesinlikle imkansızdır. DNA’da bulunan bilginin 500’er sayfalık 900 ciltten oluşan bir ansiklopedideki bilgilerle eşit olduğu hesaplanmaktadır. En basit canlılar olarak kabul edilen tek hücrelilerin dahi genetik bilgisi olağanüstü derecede detaylıdır.
Peki bu genetik bilgi nasıl oluşmuştur? Bu bilginin, nükleotidlerin (yani DNA basamaklarının) tesadüfen dizilmesiyle oluşmasının imkansızlığı çok açıktır. Evrimci Fransız bilim adamı Paul Auger şöyle demektedir:
Rastgele kimyasal olaylar sayesinde nükleotidler gibi karmaşık moleküllerin ortaya çıkışı konusunda bence iki aşamayı net bir biçimde birbirinden ayırmamız gerekir; tek tek nükleotidlerin üretilmesi —ki bu belki mümkün olabilir— ve bunların çok özel seriler halinde birbirine bağlanmaları. İşte bu ikincisi, olanaksızdır. (Paul Auger, De La Physique Theorique a la Biologie, 1970, s. 118)
Uzun yıllar moleküler evrim teorisini savunan Francis Crick bile DNA”yı keşfettikten sonra, böylesine kompleks bir molekülün tesadüfen, kendi kendine, bir evrim süreci sonucunda oluşamayacağını itiraf etmiş ve şöyle demiştir: “Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır.“(Francis Crick, Life Itself: It”s Origin and Nature, New York, Simon & Schuster, 1981, s. 88)
Evrimci biyolog Prof. Dr. Ali Demirsoy da, DNA”nın kökeni hakkında şu itirafı yapmak zorunda kalır: “Bir proteinin ve çekirdek asitinin (DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır.” (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 39)
Bu noktada çok ilginç bir paradoks daha vardır: DNA, yalnız protein yapısındaki bir takım enzimlerin yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA”daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Hayatın kökeni araştırmalarının tanınmış bir ismi olan John Horgan bu ikilemi şöyle açıklar:
DNA, katalitik proteinlerin ve enzimlerin yardımı olamadan yaptığı işi, yeni DNA üretmek de dahil olmak üzere, yapamaz. Kısacası DNA olmadan proteinler var olmaz, ama DNA da proteinler olmadığı durumda oluşmaz. (John Horgan, “In the Beginning”, Scientific American, Cilt 264, Şubat 1991, s. 119)
Evrim teorisinin ünlü savunucularından Nobel ödüllü Jacques Monod da konuyu şu şekilde açıklamaktadır:
“Şifre (DNA ya da RNA’daki bilgi), aktarılmadıkça anlamsızdır. Günümüz hücresindeki şifre aktarma mekanizması en az 50 makromoleküler parçadan oluşmaktadır ki, bunların kendileri de DNA’da kodludurlar. Şifre bu birimler olmadan aktarılamaz. Bu döngünün kapanması ne zaman ve nasıl gerçekleşti? Bunun hayali bile aşırı derecede zordur. (Jacques Monod, Chance and Necessity, New York: 1971, s.143)
Bu durum, canlılığın rastlantılarla oluşması senaryosu bir kez daha çökertmektedir. Amerikalı biyokimyacı Jacobson, bu konuda şöyle der:
İlk canlının ortaya çıktığı zaman, üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının, bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait emirlerin o anda ve bir arada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu tesadüfen gerçekleşemez. (Homer Jacobson, “Information, Reproduction and the Origin of Life”, American Scientist, Ocak 1955, s.121)
Yukarıdaki ifadeler, James Watson ve Francis Crick tarafından DNA”nın yapısının aydınlatılmasından iki yıl sonra yazılmıştı. Ancak bilimdeki tüm gelişmelere rağmen, bu sorun evrimciler için hala çözümsüz olmaya devam etmektedir. Bu nedenle Alman biyokimyacı Hofstadter şöyle demektedir:
Nasıl oldu da genetik bilgi, onu yorumlayan mekanizmalarla (ribozomlar ve RNA molekülleri ile) birlikte ortaya çıktı? Bu soru karşısında kendimizi bir cevapla değil, hayranlık ve şaşkınlık duyguları ile tatmin etmemiz gerekiyor. (Douglas R. Hofstadter, Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, New York:Vintage Books, 1980, s. 548)
San Diego California Üniversitesi’nden Stanley Miller’in ve Francis Crick’in çalışma arkadaşı olan ünlü evrimci Dr. Leslie Orgel ise, 1994 tarihli bir makalesinde aynı gerçek karşısında şöyle demektedir:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, “The Origin of Life on Earth”, Scientific American, Cilt 271, Ekim 1994, s. 78)
“Yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının imkansız olması” demek, “yaşamın tesadüfen ortaya çıkması imkansız” demektir. Dolayısıyla yaşamın kökenini tesadüfle açıklamaya kalkan evrim teorisi, daha bu ilk noktada çökmektedir.
Yaşamın kökeni tesadüf olmadığına göre, bilim açıkça göstermektedir ki, yaşam bilinçli bir şekilde yaratılmıştır. Yalnızca ilk canlılık değil, yeryüzündeki tüm farklı canlı sınıflamaları ayrı ayrı yaratılmışlardır. Nitekim fosil kayıtları bu hususu doğrulamakta, tüm türlerin yeryüzünde bir anda ve özgün yapılarıyla ortaya çıktıklarını, arkalarında hiç bir evrim süreci olmadan yaratıldıklarını göstermektedir.
Dolayısıyla Sayın Tolun”un telaffuz ettiği “evrim aşamasında bir şekilde oluştuk” şeklindeki iddia, bilime aykırı bir yanılgı ve batıl inanıştır. Ne insan ne de bir başka canlı “evrim aşamasında bir şekilde” oluşmamış, aksine Allah yaratmıştır.
Sonuç
Sonuç olarak, DNA’nın tesadüfen oluştuğuna inananlara aşağıdaki soruları soralım:
1. Bir dağ başındaki mağaraya girdiğinde, 500 sayfalık bir tarih kitabını bulan bir adamın, bu kitabın bir yazarı olamayacağını, kitabın bu mağarada yağmurların, rutubetin, fırtınaların, yıldırımların etkisiyle oluştuğunu iddia etmesi mantıklı mıdır?
2. Bir hurda yığınına isabet eden kasırganın savurduğu parçalarla tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluştuğunu iddia eden bir adam ne derece inandırıcıdır? (Bu örnek, ünlü İngiliz matematikçi ve astronom Sir Fred Hoyle’un, 12 Kasım 1981’de Nature dergisine verdiği bir demeçte, hücrenin tesadüfen oluşmasının imkansızlığını anlatmak için verdiği bir benzetmedir)
3. Bir basımevinde meydana gelen patlama sonucunda şans eseri bir ansiklopedinin “bir şekilde” basılıvermiş olduğuna inanan kişinin akıl sağlığından şüphe edilmez mi?
Bu şekilde daha pek çok örnek sıralayabiliriz. Burada anlaşılması gereken özetle şudur: Tesadüfün kusursuz bir yapıya sahip DNA”yı oluşturduğuna inanan insan yukarıdakilere de inanmak zorundadır çünkü DNA”nın tesadüfen oluşması yukarıda saydıklarımızdan çok daha zordur. Madem Sn. Tolun, cansız maddelerin tesadüfler sonucunda canlılığı meydana getirdiğini düşünüyor; öyle ise bir deney düzenlediğimizi farz edelim ve kendisine soralım:
Tüm evrimci bilim adamları bir araya gelerek, bir varilin içine, canlılık için gerekli gördükleri tüm atomları doldursunlar. Hatta onlara, bu varilin içine canlılık için gerekli olan aminoasitleri de eklemelerine izin verilsin. Daha da ileri gidilsin ve evrimciler istedikleri malzemeyi bu varile koymakta serbest olsunlar. Hatta, uzaydan dahi istediklerini getirtip bu varile koyabilsinler. Sonra bu varili ister ısıtsınlar, ister üzerine yıldırımları göndersinler, istedikleri kadar elektrik şoku versinler. Kısacası bu deneyde her istediklerini yapabilsinler. Zaman problemleri de olmasın, nöbeti birbirlerine devrederek, varilin başında milyarlarca yıl beklesinler. Acaba bu varilin içinden, bütün evrimci bilim adamları bir araya gelerek, tek bir canlı hücreyi çıkartabilirler mi? Veya bu varilden, tavşanları, kedileri, ceylanları, gülleri, orkideleri, çam ağaçlarını, begonyaları, karpuzu, çileği, palmiye ağaçlarını, kuş kanatlarını, sincapları, tavuskuşlarını, kuğuları, genetik yapısını inceleyen profesörleri, Mozart gibi bestekarları, Leonardo Da Vinci gibi ressamları çıkartabilirler mi?
Kuşkusuz, bu sorulara “evet” yanıtını vermekle evrim teorisine inanmak aynı şeydir. Çok az düşünmek, tutucu davranmamak ve gerçeklerden kaçmamak bu açık gerçeğin görülmesini sağlayacaktır.