Bilim Ütopya Dergisinin İnsan Beyni Ve Bilinci Hakkındaki Darwinist-Materyalist Yanılgıları

Bilim ve Ütopya dergisinin Haziran 2001 sayısının büyük bir bölümü “beyin” konusuna ayrılmıştı. Genel olarak farklı kitaplardan yapılan alıntılarla hazırlanan dergide, beynin evrimi, bilinç ve zihnin kökeni gibi konulara yer veriliyor, daha doğrusu bu konularda farklı kişiler tarafından ortaya atılan farklı spekülasyonlar aktarılıyordu. Bu yazıda, dergide yer alan spekülasyonların bilimsel bir nitelik taşımadıkları gösterilecek ve Bilim Ütopya dergisinin bilimsel ve mantıksal yanılgıları ele alınacaktır.

Materyalistlerin, “Bilincin Maddeye İndirgenebileceği” İddiası Büyük Bir Yanılgıdır

Bilim Ütopya dergisinin yayın yönetmeni Ender Helvacıoğlu”nun, derginin söz konusu sayısında, “Aklın Doğasının Keşfi” başlıklı bir yazısı yayınlandı. Helvacıoğlu yazısında özetle şöyle diyordu:

“Materyalist filozoflar, öteden beri, idealistlere ve dincilere karşı, “akıl”, “düşünce”, “bilinç”, “zihin” gibi olguların beynin faaliyetinin ürünleri olduğunu öngörmüşlerdi. Ama ne de olsa bu bir felsefeydi…”

Helvacıoğlu sözlerinde bu materyalist felsefenin artık bilimsel olarak kanıtlandığını ileri sürüyor ve “Artık biliyoruz ki, “akıl” dediğimiz şey beynin varoluş tarzından başka bir şey değildir.” iddiasında bulunuyordu. Helvacıoğlu bu “hayalindeki keşif”ten dolayı “çocuklar gibi şen olduğunu” da sözlerine ekliyordu.

Ne var ki, Helvacıoğlu”nun iddiasının aksine, materyalist yanılgılarını destekleyecek hiçbir bilimsel delil bulunmamaktadır. Materyalistlerin, bilinç ve akıl ile ilgili iddiaları bilimsel desteği olmayan bir felsefeden ibarettir. Helvacıoğlu”nun, derginin Haziran sayısının neredeyse yarısını ayırdığı beyin konusunda yayınladığı yazılar ise, bazı materyalistlerin hayal ürünlerinden, konu üzerindeki spekülasyonlarından başka bir şey değildir.

Materyalistlere göre, insanın sahip olduğu tüm duygular, sevinçler, üzüntüler, heyecanlar, beynin içindeki nöronlar (sinir hücreleri) ve bunlar arasındaki kimyasal reaksiyonlardan ibarettir. Bir başka materyalist Francis Crick, bu materyalist iddiayı şöyle özetler:

 

“Sevinçleriniz, üzüntüleriniz, hatıralarınız ve tutkularınız, kişiliğinizle ilgili hisleriniz ve iradeniz, aslında çok sayıda sinir hücresinin ve onlara bağlı moleküllerin bir arada gerçekleştirdiği hareketlerden başka bir şey değildir.” (John Horgan, The Undiscovered Mind: How the Human Brain Defies Replication, Medication, and Explanation (New York:Free Press, 1999), s.258-259)

 

Oysa bu, ne bilimsel ne de mantıksal açıdan savunulabilecek bir iddia değildir. Materyalistlerin insan ruhuna ait özelliklere böyle bir açıklama getirmelerini zorunlu kılan, onların maddeci önyargılarıdır. Maddenin ötesinde bir varlığın mevcut olduğu gerçeğini kabul etmemek için, akıl ve mantıkla bağdaşmayan iddialara boyun eğmektedirler.

Bilim yazarı John Horgan, sözkonusu materyalist düşünceye (indirgemecilik) bağlı olmasına karşın Francis Crick”in iddiasının kabul edilemez olduğunu da şöyle itiraf eder:

 

 

“Bir bakıma Crick haklı. Biz nöron paketinden başka bir şey değiliz. Aynı zamanda, ne tuhaftır ki nörolojinin yetersiz olduğu anlaşıldı. Aklı nöronlarla açıklamak, aklı kuark ve elektronlarla açıklamaktan daha fazla bir kavrayış ve fayda getirmedi. Birçok alternatif indirgemecilik (reductionism) var. “Biz özel gen paketinden başka bir şey değiliz”. “Biz doğal seleksiyonla şekillenen adaptasyonlardan başka bir şey değiliz”. “Biz farklı konular için ayrılmış bilgisayar makinalarından başka birşey değiliz”. Crick”in iddiasına benzeyen bu duyuruların hepsi savunulabilir, ancak hepsi yetersizdir.” (John Horgan, The Undiscovered Mind: How the Human Brain Defies Replication, Medication, and Explanation (New York:Free Press, 1999), s.258-259)

 

Bu açıklamaların elbette hepsi yetersiz, hatta mantıksızdır. En koyu materyalistler dahi bu gerçeğin çok iyi farkındadırlar aslında. Nitekim, Darwinizmin en ateşli savunucularından Thomas Huxley: “Bilinç gibi bu kadar olağanüstü birşey nasıl olup da sinir dokularının birbiriyle etkileşiminden meydana gelmiştir? Bu Alaaddin”in lambasını oğuşturduğunda içinden Cin”in çıkması kadar açıklanamazdır.” diyerek, bilincin nöronlar arası iletişimle açıklanamayacağını ifade etmiştir. (John Horgan, The Undiscovered Mind: How the Human Brain Defies Replication, Medication, and Explanation (New York:Free Press, 1999), s.229)

Huxley”den günümüze, insan bilincinin nöronlarla açıklanamaz olduğu gerçeği değişmemiştir. Ancak bunun nedeni, bilim adamlarının yetersiz buluşlar yapmaları değildir. Aksine, nöroloji konusunda 20. yüzyılın özellikle sonlarında çok büyük buluşlar ve atılımlar gerçekleşmiştir. Ancak bunlar, insan bilincinin asla maddeye indirgenemeyeceğini, maddenin ötesinde bir gerçeğin aranması gerektiğini ortaya koyan çalışmalardır. Nitekim, Bilim ve Ütopya”nın kendi yazarlarından Dr. Tuğrul Atasoy, bu gerçeği yine Bilim ve Ütopya dergisinin Ağustos 1999 tarihli sayısında itiraf etmiştir:

 

 

Bilincin tam bir tanımını bugün için yapamıyoruz. Onu ancak bileşkenlerini tanımlamak yoluyla tanımlamaya çalışıyoruz. Yine de biliyoruz ki bilinç her zaman bileşenlerinin toplamından fazlasıdır

 

Almanya”nın önde gelen Darwinist ve materyalist yazarlarından biri olan Hoimar Von Ditfurth ise, kabul ettikleri yöntem ile bilincin açıklanamayacağını şöyle itiraf eder:

 

 

İzlediğimiz doğa tarihi ve genetik gelişme yolu üzerinde, bilincin, ruhun, zekanın ve duygunun ne olduklarına ilişkin bir yanıt veremeyeceğimiz gün gibi aşikardır. Çünkü psişik-bilinçsel boyut, en azından bu dünyada, şu anda, evrimin gelip gelebildiği en üst boyuttur. Dolayısıyla da evrimin öteki aşama ve basamaklarına, gene bilincimiz yardımıyla, dıştan, onların üstüne yükselerek bakabildiğimiz halde, bilincin (ruhun) kendisine böyle bir yaklaşım yapabilme olanağından yoksunuz. Çünkü elimizde bilincin kendisinden daha gelişmiş bir üst merci bulunmamaktadır. (Hoimar Von Ditfurth, Dinozorların Sessiz Gecesi 3, Alan Yayıncılık, Kasım 1996, İstanbul, Çev: Veysel Atayman, s.13)

 

Amerikalı felsefe ve matematik doktoru William A. Dembski, “Converting Matter into Mind” (Maddeyi Zihne Çevirmek) adlı bir makalesinde, insan beynindeki nöronların biyokimyasal işleyişinin anlaşıldığını ve bunun hangi zihinsel faaliyetlerle ilgili olduğunun tespit edildiğini, ama karar vermek, istemek, akıl yürütmek gibi özelliklerin “maddeye indirgenemediğini” ve bilinci araştıran uzmanların bu indirgemeciliğin hatasını gördüğünü şöyle yazar:

 

 

Felsefecilerin genel olarak “planlamalı yaklaşımlar” (propositional attitude) adını verdikleri amaçlar ve istekler boyutuna gelindiğinde, bilinç bilimcilerinin bu olguyu nörolojik düzeyde anlamak ümidinden zaten vazgeçmiş oldukları görülür… Materyalizme olan bağlılık sürse de, insan aklını nöron düzeyinde açıklama ümidi artık ciddi bir düşünce değildir… (William A. Dembski, Converting Matter into Mind, 1998, www.arn.org )

 

Bilincin, maddeci dünya görüşü ile açıklanması, bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin mümkün değildir, çünkü beyin hakkında ne kadar detay ortaya çıkarsa, zihnin maddeye indirgenemeyeceği de o kadar ortaya çıkmaktadır. Ender Helvacıoğlu ve diğer materyalistler, insan bilincini gerçekten kavramak istiyorlarsa, önyargılarını ve saplantılarını bırakarak düşünmeli ve araştırmalıdırlar. Nitekim Dr. Atasoy aynı yazısında bunu yine şöyle itiraf etmiştir:

 

 

Pekala tüm bunlardan sonra bilinç nedir? Yazının başında da belirttiğimiz gibi tam ve doğru bir yanıta henüz ulaşabilmiş değiliz. Bu tanımın yapılabilmesi ya da hiç olmaz ise onu daha iyi anlayabilmemiz için, bugün için kabul edilen paradigmaların değişmesi ile oluşacak olan bilimsel devrimlere ihtiyacımız var gibi gözükmektedir.

 

Kuşkusuz bilincin ne olduğunu anlayabilmek için gereken bu bilimsel devrim, materyalist dogmanın tamamen terk edilmesi ve materyalist bilim adamlarının bu dogmanın kalıplarına sıkışmadan özgürce düşünebilmesidir. Çünkü bilincin gerçek manasını madde ile açıklamak mümkün değildir. Bilinç, Allah”ın insanlara verdiği ruhun bir fonksiyonudur.

Materyalistlere Sorular

İnsanların düşüncelerinin, muhakeme, yargı yeteneklerinin, karar alma mekanizmalarının, sevinçlerinin, heyecanlarının, hayal kırıklıklarının beyinlerindeki nöronların birbirleriyle etkileşimi olduğunu öne sürmek son derece mantıksız bir iddiadır. Konuyu biraz kapsamlı düşünen materyalistler de bunun farkındadırlar. Ünlü materyalist Karl Lashley, insan bilincinin maddeye indirgenebileceğini uzun yıllar savunmasına rağmen, kariyerinin sonlarına doğru şu yorumu yapmıştır:

 

 

Zihin-beden ilişkisi ister gerçek bir metafizik konu veya ister sistematik bir aldanış olarak ele alınsın, bu konu psikologlar ve insan sorunuyla ilgilenen nörologlar için bir sorun olmaya devam etmektedir… Nasıl olur da beyin, bir fiziko-kimsayal sistem olarak, bir şeyi algılayabilir veya bilebilir; ya da bunu yaptığına dair bir aldanış geliştirebilir? (William A. Dembski Converting Matter into Mind, 1998, www.arn.org)

 

Bilim Ütopya dergisi yazarları ise, yeterince kapsamlı düşünemedikleri için inandıkları felsefenin sorununu kavrayamamaktadırlar.

Aşağıdaki sorular, maddeci yaklaşımın çıkmazını gözler önüne sermek açısından önemlidir:

  • Materyalist bir bilim adamı madem kendisine ait olduğunu sandığı düşüncelerinin, nöronlarının bir etkileşimi olduğunu kabul ediyor, öyle ise onun düşünceleri neden önemli olsun? Bu düşünceler nihayetinde -kendi iddiasına göre- proteinlerden oluşan sinir hücrelerinin bir ürünü değil midir?
  • Düşüncelerin, heyecan ve duyguların nöronların bir ürünü olduğunu söylemek, tüm bunların aslında nöronları meydana getiren şuursuz atomların hatta kuarkların, elektronların ürünü olduğunu iddia etmek ile aynı değil midir?
  • Şuursuz atomlar, sevinmeyi, acıyı, heyecanı, müzikten zevk almayı, lezzeti, dostluğu, sohbet zevkini bilebilirler mi?
  • Şuursuz atomlar darwinist ve materyalist olup, bir araya gelip Bilim ve Ütopya dergisini çıkartabilirler mi?
  • Şuursuz atomlar, elektron mikroskobunun altında kendilerini veya kendilerinin biraraya gelip oluşturduğu sinir hücrelerini inceleyip, bu incelemelerinden bilimsel sonuçlar çıkartabilirler mi?
  • Madem tüm fikirler şuursuz atomların bir ürünü, öyle ise materyalist bilim adamları Karl Marx”a, Friedrich Engels”e ya da Charles Darwin”e değil, onların nöronlarına ya da nöronlarını meydana getiren atomlarına mı hayrandırlar?
  • Söz konusu bilim adamları tüm hayatlarını, Marx”ın ve Darwin”in nöronlarının peşinden koşmaya mı adamışlardır? Bir insanın, kendi iddialarına göre nöronların ürettiği fikirlere bu kadar körü körüne bağlanmasını nasıl açıklayabilirler?

Materyalistler, bu sorular üzerinde samimi olarak düşündüğünde kendilerinin de, diğer tüm insanların da nöron yumağından veya atom yığınından çok daha farklı varlıklar olduğunu kavrayacaklardır. İnsan, Allah”ın kendisine verdiği ruha sahip, bu ruh ile düşünebilen, sevinebilen, heyecanlanabilen, fikirler üreten, aksi fikirlere karşı çıkabilen, onur, saygı, sevgi, dostluk, vefa, samimiyet, dürüstlük gibi kavramları bilen bir varlıktır. Nöronlar düşünemezler, karar veremezler, sevgi şefkat hislerini bilemezler.

Bunu, tüm materyalistler de tek başlarına kaldıklarında, samimi olarak düşündüklerinde bilmekte ve kabul etmektedirler. Ancak maddeci önyargılarını, bilimselliğin ve aklın gereği sanma yanılgısında oldukları için, bu gerçeği kabullenmemektedirler. Oysa, materyalizmi savunmak uğruna içine düştükleri durum ve kabul ettikleri akıl dışı mantıklar, onların saygınlıklarına çok daha büyük bir zarar vermektedir. “Düşüncelerimiz atomlarımızın, sadece nöronlarımızın ürünüdür” diyen bir insanın, düşlerini gerçek zanneden veya akıl almaz masallar uydurup sonra bunlara kendi inanan bir insandan hiçbir farkı yoktur.

Materyalistlerin Bir Türlü Kavrayamadıkları Gerçek: Bilim İle Din Çelişmez

Helvacıoğlu”nun ve diğer darwinist materyalistlerin değiştirmedikleri en önemli yanılgılardan biri, din ile bilimin çeliştiği iddiasıdır.

Özellikle 19. yüzyıldan bu yana materyalistler, insanları kendilerince dinden uzaklaştırmak için, dinin bilimle çeliştiği yalanına sık sık başvurmuşlardır. Helvacıoğlu bu yazısında da aynı yönteme başvurmuş ve şöyle demiştir:

“Dinsel düşünüşe göre ise, bilinmeyenler her zaman “Tanrı”nın toprakları” olmuştur. Bilim ise Tanrı”nın topraklarını fethede fethede yoluna devam etmiştir ve ediyor.”

Helvacıoğlu”nun bu sözlerinin hiçbir delili veya açıklaması yoktur. Sadece din hakkındaki yanılgılarını gösteren, önyargıyla dolu bir cümledir bu.

Helvacıoğlu”nun bu cümledeki en önemli yanılgılarından biri şudur: Hak dine göre sadece bilinmeyenler değil, bilinen ve bilinmeyen, yerin, göğün ve ikisinin arasında bulunan, evrenin her köşesinde var olan herşey, her varlık, her olay Allah”ın hakimiyetinde, Allah”ın ilminin, bilgisinin dahilinde ve sonsuz kudretinin altındadır. Buna Helvacıoğlu”nun kendisi de, peşinden koştuğu 19. yüzyıl felsefecileri de ve Allah”ın karşısında olduğunu zannettiği bilim de dahildir.

Helvacıoğlu”nun ikinci yanılgısı ise şudur: bir bilinmeyenin bilim tarafından bilinir hale getirilmesi onu dine karşı bir duruma getirmez. Bugüne kadar bilimin hiçbir buluşu dinle çelişmemiştir. (Din ile kastımız, Allah”ın son vahyi olan ve hiçbir bozulmaya uğramamış olan Kuran ile bildirilen İslam dinidir). Helvacıoğlu ve diğer Darwinist-materyalistler de bugüne kadar bu iddialarına hiçbir delil getirememişlerdir çünkü böyle bir delil yoktur. Aksine Big Bang”den insan genomu projesi sonuçlarına, evrenin genişlemesinden paleontolojik bulgulara kadar bilimin birçok alanında yapılan buluşlar, Kuran ayetleri ile tamamen mutabıktır.

Bu, maddeci görüşe sahip olmayan, özgür düşünen bir insan için son derece anlaşılır ve açık bir gerçektir. Çünkü bilim, Allah”ın yarattığı varlık, sistem ve kanunları inceleyen, araştıran bir olgudur. Allah”ın yarattıklarını inceleyen birinin, Allah”ın yarattığı dine muhalif bir şey bulamayacağı açıktır. Materyalistler ise, yaratılışın delili olan “tasarım” mantığını bir türlü anlayamamakta veya anlamaya yanaşmamaktadırlar. Canlılar veya doğan incelendikçe, bunların nasıl işlediği keşfedildikçe, çıkan sonuçların yaratılışa aykırı olacağını sanmaktadırlar. Oysa kompleks bir sistem ne kadar iyi tanınırsa, onun sahip olduğu kusursuz tasarım ve bu tasarımın sahibinin kudreti de o kadar iyi anlaşılır. Dolayısıyla, doğanın ve canlıların işleyişinin keşfedilmesi de yaratılışın yeni delillerini gözler önüne sermekte, Allah”ın yaratışındaki mükemmelliği bir kez daha göstermektedir.

Eğer doğanın ve canlıların nasıl işlediğini bilmemekten, yani cehaletten kaynaklanan bir görüş varsa, bu, asıl olarak, Darwinist-materyalist felsefedir. Darwinizm, 19. yüzyılda canlıların karmaşık yapısı bilinmediği için hayatı rastlantılarla açıklama iddiasını makul gösterebilmiştir. Oysa hayatın detayları, özellikle de hücre içindeki kompleks tasarım keşfedildiğinde, Darwinizm”in rastlantı iddiası çaresiz kalmıştır. Amerikalı biyokimya profesörü Michael J, Behe”nin ifadesiyle, Darwin zamanında içeriği bilinmeyen bir “kara kutu” olan canlı hücresinin açılması, “tasarım”ı ispatlamış ve “tesadüf” iddiasını yıkmıştır. (bkz. Michael J, Behe, Darwin”in Kara Kutusu, Aksoy Yayıncılık, 1998)

Beynin Evrimi İddiası Büyük Bir Yanılgıdır

Bilim ve Ütopya dergisinin söz konusu sayısında, farklı yazarların kitaplarından alıntılar yapılarak, beynin sözde evrimine yer verilmiştir. Bu yazılar genelde birbirinin tekrarı olduğu için, yazılarda yer alan yanılgılara genel olarak yer verilecektir.

Dergide yer alan yazılarda, beynin sözde evrimi ile ilgili farklı kişilerin farklı speküasyonları, felsefi argümanları ve hayali senaryoları yer almaktadır. Hiçbir bilimsel delille desteklenmeyen bu iddiaların ortak noktası, insan beyninin ve bilincinin, canlıların tüm diğer organları gibi, daha ilkel bir organdan tesadüfler sonucunda gelişerek oluştuğu iddiasıdır.

Evrimciler, insan beyninin, yassı solucanların başlarında bulunan ganglia (sinir düğümleri) gruplarının evrimleşmesi ile meydana geldiğini öne sürerler. Evrimcilerin hayali “beyin evriminin ağacı” gangliadan başlar ve insan beynine kadar giderek büyüyen canlı türlerinin beyinlerinin sıralanması ile devam eder.

Evrimcilerin bu iddiaları birçok açıdan bilimsel temelden yoksun ve hayalidir. Her şeyden önce, evrimciler, ilkel veya basit gördükleri yassı solucanlardaki ganglianın, hatta bu gangliayı oluşturan sinir hücreleri kümeleri içinde yer alan tek bir sinir hücresinin dahi tesadüfen nasıl oluştuğunu açıklayamamaktadır. Durum böyle iken, 100 milyar sinir hücresinden oluşan insan beyninin tesadüfen oluşumunu, bu hücreler arasındaki olağanüstü kompleks bağlantıların organizasyonunu nasıl açıklayabileceklerdir? Dahası, iddia edilen bu “ilkel beyin”den mutasyonlar sonucunda nasıl olup da tesadüfen daha kompleks beyinlerin oluşabileceği, rastgele mutasyonların nasıl olup da bir canlının beynini daha gelişmiş hale getirebileceği sorusu yine cevapsızdır. Dünya üzerinde böyle bir mutasyon hiç bir zaman gözlemlenmediği gibi, teorik olarak nasıl gerçekleşmiş olabileceği dahi gösterilememektedir.

İnsan Beyni “İndirgenemez Kompleks” Bir Organdır

20. yüzyılın en önemli gelişmelerinden biri insan beyninin son derece kompleks bir yapıya ve organizasyona sahip olduğunun anlaşılmasıdır. Beynin bu kompleks yapısı ise, evrimcilerin, beynin kademe kademe, tesadüfen gelişen olaylarla, maddenin kendi kendini organize etmesiyle oluştuğu iddialarının ne kadar geçersiz ve imkansız olduğunu ortaya koymuştur.

Beynin en önemli özelliklerinden biri, sayıları 100 milyarı bulan sinir hücreleridir. Evrim teorisi, daha önce de belirtildiği gibi bu 100 milyar hücreden yalnızca bir tanesinin dahi tesadüf, fizik kanunları ve zaman kombinasyonu ile nasıl oluştuğunu açıklayamazken, bu hücrenin nasıl tesadüfen çoğaldığını, bunların nasıl tesadüfler sonucu kendi aralarında organize olup, yaklaşık 100 milyar sinir hücresinden ve bunların arasındaki trilyarlarca bağlantıdan oluşan ve dünyanın en kompleks yapılarından biri olan beyin ve sinir sistemini oluşturduğunu da açıklamak durumundadır..

Bu kompleks sistemin özelliklerinden bazılarına değinmek, evrim teorisinin neden beynin tesadüfler sonucunda oluştuğunu açıklayamadığını göstermeye yetecektir.

Beyindeki nöronlar (sinir hücreleri), aralarında “sinaps” denilen bağlantı noktaları sayesinde iletişim kurarlar. Her bir nöronda 10 bin sinaps bulunmaktadır. Bu, bir nöron aynı anda 10 bin farklı nöronla iletişim kurabilir demektir. Burada küçük bir kıyas yapalım. Dünyada, mevcut telefon santralleri sayesinde, insanlar arasında aynı anda yüzmilyonlarca telefon görüşmesi yapılabilir. Buna karşın tek bir insan beyninin içindeki sinapsların sayısının 1 katrilyon olduğu tahmin edilmektedir. (Bu 1.000.000.000.000.000 haberleşme demektir.) (J.P. Changeux, P. Ricoeur, What Makes Us Think?, Princeton University Press, 2000, s. 78)

Günümüz teknolojisinin ürünü olan aletlerle karşılaştırıldığında da beyindeki sistemin tartışılmaz bir üstünlüğünün olduğu görülecektir. Örneğin bilgisayarların beynini çip denilen kompleks yapılar oluşturur. Bu çip denilen yapıların içinde transistör denilen ve sinir hücresine denk gelen yapılar bulunur. Her bir transistörün 3 girişi, 3 çıkışı yani toplam 6 bağlantısı varken, beyindeki sinir hücrelerinin her birinin 10.000 adet bağlantısı vardır. İnsanın gün içinde gerçekleştirdiği faaliyetleri düşünecek olursak, hiç duraksama olmadan hepsini aynı anda yapabilmesinin sebebi işte bu bağlantılardaki kusursuzluktur.

İnsan beyninin sahip olduğu kapasite de günümüz teknolojisi ile karşılaştırıldığında, büyük bir üstünlüğe sahip olduğu görülmektedir. Örneğin dünyanın en hızlı işlem yapan bilgisayarları ortalama, olarak saniyede 109 hızında hesap yapabilmektedir. Beynin hızı ise aynı işlem için 1015’tir. (saniyede 10.000.000.000.000.000 hızında) Dahası bilgisayar hafızasının kapasitesi 1011 bit’ken beyninki 1014’tür. Aradaki bu fark beynin kapasitesinin, 1000 adet bilgisayarın toplam kapasitesi kadar olduğunu göstermektedir. (D. Meredith, Metamagical Themes, Basic Books, N.Y., 1985)

Evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koyan çalışmaları ile tanınan moleküler biyolog Prof. Michael Denton, en iyi mühendislerin, en komplike teknikleri kullansalar dahi beyne biraz benzeyen bir objeyi bir araya getirebilmelerinin “sonsuz zaman alacağını” söyleyerek, insan beynindeki bu üstün tasarımın varlığını belirtmektedir. (Michael Denton, Evolution: A Theory In Crisis, London: Burnett Books, 1985, s 330)

Konu hakkında fazla bilgisi olmayan bir insanın karşısına evrimcilerin “hayali beynin evrimi şeması”nı koyduğunuzda, bu insan fazla da düşünmüyorsa, bu şema ona makul gelebilir. Birkaç sinir hücresinin zaman içinde, daha karmaşık bir sinir hücresi yumağı haline, sonra da küçük bir beyine ve en sonunda daha da büyüyen bir beyine doğru dönüştüğünü ve bu sırayla giden bir şema ile beynin yavaş yavaş evrimleştiğini düşünebilir. Ancak beynin yapısı hakkında çok az bir bilgi sahibi olan ve Darwinist-materyalist dogmalardan bağımsız düşünebilen bir insan, bu hayali şemanın anlamsızlığını derhal anlayacaktır. Çünkü, yukarıda çok kısa olarak değinilen beynin özellikleri, beynin, “tesadüf” kavramını anlamsız kılan, son derece olağanüstü bir yapıya sahip olduğunu ortaya koymaktadır.

Tesadüflerin, hayranlık uyandıracak bir iletişim ağı kuracak şekilde sinir hücrelerini organize etmeleri kesinlikle imkansızdır. Bu, 20. yüzyılın en büyük gelişmelerinden biri olan internet teknolojisinden çok daha kompleks ve harika bir sistemdir. Peki nasıl olur da, internet teknolojisinin veya en basit bir telefon santralinin dahi tesadüfen oluşamayacağını, bunun mühendislik, tasarım, bilgi, bilinç, akıl ve teknoloji gerektirdiğini bilen insanlar, beyindeki çok daha olağanüstü sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia edebilmektedirler?

Evrimciler bu sorunun cevabını veremediklerine göre, farklı canlı türlerinin beyinlerini küçükten büyüğe doğru dizmelerinin, bilimsel ve mantıksal açıdan hiçbir geçerli yönü kalmamaktadır.

Fosil Kayıtları, “Beynin Evrimi” İddiasını Yalanlıyor

Evrim teorisine göre türler, tesadüfen gelişen küçük ve aşamalı değişimlerle birbirlerinden evrimleşirler. Evrimcilerin bu iddialarına göre, fosil kayıtlarına bakıldığında, canlı türlerinin yer katmanlarında belli bir sıralamada bulunmaları ve bu sıralamada canlı türlerinin bir öncekinden çok küçük değişiklikler içermeleri gerekir. Yani, örneğin bir üst yer katmanında ortaya çıkan bir tür, bir önceki katmanda bulunan bir türden çok az bir değişikliğe sahip olmalıdır. Ancak, evrimcilerin bu önermeleri, hiçbir konuda fosil kayıtları tarafından desteklenmemektedir. Bu durum beynin evrimi iddiası için de geçerlidir. Fosil kayıtları incelendiğinde, farklı canlı türlerine ait beyinlerin, evrimcilerin iddia ettikleri gibi küçük değişikliklerle birbirini izlediği görülmemektedir. Özellikle memelilere ait beyinler, bir önce var olan türlere ait beyinlerden çok daha farklı ve kompleks yapılarıyla fosil kayıtlarında “aniden” belirmektedir.

Aynı durum insanın beyninin ortaya çıkışında da gözlenmektedir. Nitekim, Bilim Ütopya dergisinde yer alan, Alan Woods ve Ted Grant tarafından yazılan Aklın İsyanı isimli kitaptan alınan ve “Beynin Tarihi” başlığı ile yayınlanan makalede evrimci bilim yazarı Roger Lewin”in şu ifadesine yer verilmektedir:

 

 

“Beynin tarihi, değişim patlamalarıyla kesintiye uğrayan uzun durgunluk dönemlerinden oluşur”.

 

Beynin gelişiminde ani bir “sıçrama” olması, klasik evrimci senaryo ile bağdaşmamaktadır. Çünkü evrimci senaryoya göre, tesadüfler bir organı veya bir yapıyı çok küçük kademelerle değiştirmelidirler. Bazı evrimciler ise, fosil kayıtlarında, sadece beynin ortaya çıkışı konusunda değil, tüm canlı türlerinin ortaya çıkışı konusunda istisnasız olarak “aniden belirme” görüldüğü için, “büyük sıçramaları” kabul etmek zorunda kalmışlardır. Ancak bu da bir mucize beklemek demektir. Çünkü, sadece görmelerini veya duymalarını sağlayan bir beyne sahip canlılar varken, bir anda ortaya çıkan canlıların beynin cerebral cortex bölümüne sahip oldukları görülmektedir. Beynin bu bölümü ise hafıza, birleştirme, neden arama gibi yüksek zihinsel fonksiyonların gerçekleştiği bir bölümdür. Böyle kompleks bir yapının aniden meydana gelmesi ancak mucize ile açıklanabilir ki bu da tesadüf değil bilinçli bir yaratılıştır.

Sonuç olarak, beyin tesadüfler sonucunda oluşamayacak kadar kompleks bir sisteme sahiptir ve fosil kayıtlarında da canlılardaki kompleks beyin yapılarının aniden ortaya çıktığı, yani yaratıldığı görülmektedir. Nitekim, önde gelen evrimci bilim adamlarından biri olan antropolog Richard Leakey, kendisine böylesine kompleks bir organın, sözde ilkel insanda neden ve nasıl oluştuğu sorulduğunda, yanıtı “en ufak bir fikrim yok” olmuştur. (Anthony Smith, İnsan Beyni ve Yaşamı, İnkılap Kitabevi, Ankara, s. 21)

Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, Bilim Ütopya dergisinde beynin sözde evrimi ile ilgili anlatılanlar, materyalist-Darwinist dogma adına uydurulmuş masallardan başka bir şey değildir.

Beynin Hayali Evrimi İle İlgili Farklı Senaryolar

Evrimcilerin, beynin evrimi hakkındaki hayali senaryolarından birinin konusunu da, “beynin evriminin itici gücü neydi?” sorusu oluşturur. Her evrimci, kendi uğraşısı veya ilgi alanı içinde bu soruya farklı cevaplar verir. Bilim Ütopya dergisinde de bu spekülatif tartışmaya önemli bir yer ayrılmıştır.

Örneğin Stephen Jay Gould”un, Darwin ve Sonrası isimli kitabından alınan yazıda, California Üniversitesi”nden psikolog Harry Jerrison”un iddiasına yer verilmektedir. Jerrison, dinozorların hüküm sürdüğü bir dünyada hayatta kalmaya çalışan küçük varlıkların “mecburiyetten” beyinlerini evrimleştirdiklerini iddia etmektedir.

Marksizmin fikir babalarından Engels ise, “emek sonucunda iki ayaklı olan canlının beynini de geliştirdiğini” öne sürmüştür.

Dergide kitaplarından alıntı yapılan Steven Mithen gibi evrimciler de insanın önce iki ayaklı olduğunu, bunun ellerini özgürleştirdiğini ve bunun sonucunda beyninin geliştiğini öne sürmektedirler.

İngiliz antropolog G.E. Smith ise “İnsanı maymunluktan çıkarıp insan yapan, dik durmaya başlaması ya da eklemli dil bulması değil, beyninin aşamalı olarak olgunlaşması ve zihinsel yapısının yavaş yavaş oluşmasıdır; dik duruşa geçiş ve konuşmanın gelişmesi rastlantısal olgulardır” der. (Stephen Jay Gould, Darwin ve Sonrası, “İnsanı İnsan Yapan Duruşudur”, Tübitak Yayınları, 2000)

Bir başka grup evrimci ise önce beynin geliştiğini, beyin geliştikten sonra dik duruşun geliştiğini öne sürer.

Bu konudaki spekülasyon örneklerini çoğaltmak mümkündür. Ancak bunların hiçbiri bilimsel bir delile dayanmamaktadır. Nitekim Stephen Jay Gould da bunu şöyle itiraf etmektedir:

 

 

“Peki Oken ve Haeckel”in karşı çıkmasına karşın, beynin önceliği fikri niçin böylesine güçlü bir şekilde yerleşmiştir? Kesin olan bunun kanıtlarla hiçbir ilişkisinin olmadığıdır, çünkü iki görüşten herhangi birini destekleyecek hiçbir dolaysız kanıt yoktur… Ancak hiçbir kanıta dayanmayan tartışmalar bilim tarihinin en aydınlatıcı tartışmaları arasındadır, çünkü olgusal kısıtlamaların yokluğunda, düşünceyi bütün olarak etkileyen (ve bilim adamlarının durmadan inkar ettiği) kültürel yargılar apaçık ortaya çıkar. ” (Stephen Jay Gould, Darwin ve Sonrası, “İnsanı İnsan Yapan Duruşudur”, Tübitak Yayınları, 2000)

 

Gould”un aynı zamanda bir itiraf niteliği taşıyan bu sözleri, son derece önemli bir tespittir. Evrim teorisinin tarihi, bu tür “kanıt yokluğunu” fırsat bilmekten kaynaklanan, materyalist önyargılara dayalı spekülasyonlarla doludur. Evrimciler, teorilerini destekleyecek kanıt olmadığı için, “kültürel yargılarıyla”, yani materyalist felsefeye olan inançlarıyla hareket etmektedirler. Bilim Ütopya dergisinde yer alan makalelerde beynin evrimi konusunun ele alınış şekli de bunun bir örneğidir.

Beyni Kazı Alanına Benzeten MacLean”in İddiasının Geçersizliği

Dergide yayınlanan yazılardan biri de Prof. Dr. Aşkın Karadayı”nın “Dr. Paul MacLean ve Üçlü Beyin” başlıklı yazısıydı. Prof. Karadayı yazısında, Paul MacLean”in “beyini bir kazı alanına” benzettiği ve “beyni oluşturan üç bölümün, aslında beynin evrimini gösteren katmanlar olduğunu” iddia ettiği teorisini anlatıyordu.

MacLean”e göre, beynin farklı fonksiyonlara sahip üç bölümü, yeni memeli beyni, eski memeli beyni (limbik sistem) ve sürüngen beyni olarak tanımlanmalıdır. Beyni bir kazı alanı olarak tanımlayan MacLean”in bu varsayımı, herhangi bir bilimsel kanıta dayanmayan bir spekülasyondan başka bir şey değildir. Yukarıda da belirtildiği gibi, kanıt olmadığında, herkes kendi kültürü, bakış açısı, felsefesi veya ilgisi yönünde teori üretebilmekte ve sonra da bunları “bilimsel” tezler gibi sunmakta sakınca görmemektedir.

Tekrar belirtmek gerekir ki MacLean”in bu iddiasının da hiçbir bilimsel ve akılcı temeli yoktur. İnsan beyninin üç temel bölümü olduğu doğrudur. Ancak, bu bölümlerin her birinin evrimin ayrı bir devresini simgelediği iddiası son derece yüzeysel bir yakıştırmadan başka bir şey değildir. .

Prof. Erksin Güleç”in Makalesindeki Yanılgılar

Prof. Erksin Güleç tarafından yazılan Beynin Evrimi başlıklı makalede ise evrim senaryosu dahilinde beynin neden ve nasıl büyüyebileceği hakkında ilginç yorumlar yapılmıştır. Prof. Güleç yazısında “insan beyninin gelişmesini hazırlayan temel öğe dik yürümeye uyumdur” diyerek dayanaksız bir iddia daha öne sürmektedir ki, bu kendisine göre beynin evriminin temel nedenidir. Burada pozitif etki olarak, ağır kas baskısının kalkmasını öne sürmüştür. “Dişlerin küçülmesi, çiğneme kaslarının azalmasına neden olmuş, bu da beynin gelişmesi için pozitif etki oluşturmuştur” diyerek son derece mantıksız örneğine devam etmiştir. Anatomi bilgisi olan herkes çok iyi bilir ki, beyin kafatasının içindedir, çiğnemeye ait ve kafayı dengede tutan kaslar ise kafatasının dışında yer alır. Buna göre boyun ve çiğneme kaslarının, beyin eğer gelişecekse, onu engelleyecek bir ilişkisi öne sürülemez.

Prof. Güleç”in yazısında en çok yer ayırdığı konu ise, endocast kalıp çıkarma tekniğidir. Endocast, kafatası içinin kalıbı demektir ve bu kalıplardan yola çıkarak, o kafatasının sahibinin beyni hakkında bazı yorumlar yapılmaktadır. Ancak bu son derece yetersiz bir tekniktir ve Prof. Güleç de yazısında, “beyin hakkında bilgi edindikleri tek yöntem olan endocast kalıp çıkarma tekniğinin sorunlarla dolu sağlıksız sonuçlar verdiğini” itiraf etmekte ve şöyle demektedir: “Endocastları elde edebileceğimiz fosil kafatasları genellikle deforme olmuşlardır ve eksik parçaları vardır. Bu da aynı özelliğe ait çok farklı yorumların yapılmasına neden olur. Endocast yüzeyine bakarak beynin iç organizasyonu genellikle yapılamaz.”

Bu itiraflar, endocastlara dayanarak yapılabilecek yorumların ne kadar hayali olacağını ortaya koymaktadır. Bir fosil kafatasına bakarak, beyindeki konuşma merkezinin yerini tespit etmek kesinlikle imkasızdır. Konuşmanın gerçekleştiği Broca bölgesi hakkındaki bu belirsizliği Prof. Güleç de kabul etmektedir: “Bu bölgenin fonksiyonunun evrimini endocastlara bakarak söylemek gerçekçi olmaz. İnsan beyninde bu sulcusların varlığı ve yeri çok değişkendir. Ayrıca dil fonksiyon alanlarının yeri konusunda da bir tutarsızlık mevcuttur.” Dilin evrimi hakkındaki tüm hayali senaryoları değerlendiren Prof. Güleç”in, evrimcilerin dilin evrimi masalına ilham kaynağı olan endocastlar hakkındaki son yorumu ise “Ancak endocastlar bu işin ispatlanması için yeterli değildir.” olmuştur.

İnsanın, Deniz Salyangozu İle Benzer Özelliklere Sahip Olması Yaratılış İle Çelişmez

Bilim ve Ütopya dergisinde yeralan Beynin Tarihi başlıklı makalede, insanlarda bellek oluşumu için gerekli olan temel hücre mekanizmalarının salyangozlarda da mevcut olduğu ve bunun “insanı tüm diğer hayvanlardan ayrı ve uzak, bir tür eşsiz yaratık olarak sunan idealist görüşe bir cevap” olduğu ileri sürülmektedir.

Canlılar arasındaki benzerlikleri evrim delili gibi sunmak, evrimcilerin sık sık başvurdukları yanıltıcı iddialardan biridir. Oysa, canlı türleri arasındaki bazı genetik, fizyolojik veya anatomik benzerlikler, hiçbir zaman yaratılış (makalede kullanılan “idealist görüş” ifadesi ile yaratılış inancı kastedilmektedir) inancı ile çelişmemektedir. Aksine, bunların hepsi canlıların ortak bir tasarımın ürünü olduklarının göstergesidir. Aynı dünya üzerinde yaşayan, aynı havayı soluyan, aynı suyla beslenen, aynı moleküler temele (karbon temelli organik moleküllere) sahip olan canlıların ortak bir biyokimyayla yaratılmış olması son derece makuldür. İnsanı diğer canlılardan üstün kılan, ayrı bir yere koyan etken ise, onun hücreleri, atomları, sıvıları değil, sahip olduğu bilinci yani ruhudur. Bir salyangozun sinir hücreleri, insanın sinir hücreleri ile bazı benzerliklere sahip olabilir, ancak bir salyangoz hiçbir zaman bir bilince, ruha ve akla sahip olamaz. Karar verme, muhakeme etme, sevinme, üzülme, heyecanlanma, dost edinme gibi özellikler ne salyangozlarda ne de başka hayvanlarda görülemez.

Bilimin Çoktan Çöpe Attığı Lamarckçı Görüşler Bilim ve Ütopya Dergisinin Satır Aralarında

Bilim ve Ütopya dergisinde yayınlanan darwinist materyalist görüşün hakim olduğu makaleler incelendiğinde, satır aralarında, 150 yıl önce terk edilmiş, Lamarckist düşüncenin kalıntısı olan ifadelere sıkça rastlanmaktadır.

Fransız biyolog Lamarck, canlıların yaşamları sırasında kazandıkları özellikleri bir sonraki nesle aktardıklarını ve böylece evrimleştiklerini öne sürmüştü. Örneğin bu iddiaya göre zürafalar, ceylan benzeri hayvanlardan türemişlerdi. Yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı. Ancak 20. yüzyılın başlarında genetik kanunlarının bulunması ile bu görüşün gerçekte batıl bir inanç olduğu anlaşıldı. Lamarckçıdüşünceden etkilenen Darwinizm de bu gelişmeden büyük bir darbe aldı ve evrimciler, yeni bilimsel bulgular ışığında evrim teorisini şekillendirmeye çalıştılar. Ne var ki, bugün hala evrimcilerin çoğu, her ne kadar Lamarckçı görüşü savunmadıklarını öne sürseler de, anlatımlarında Lamarckçı görüşlere yer vermektedirler.

Bu görüşlerden biri, evrimci psikolog Harry Jerrison”un ifadelerinde yer almaktadır. Jerrison”ın iddiasına göre; dinozorların hüküm sürdüğü bir dünyada yaşam mücadelesi veren küçük memeliler, büyük beyinlerini, “özel işlevsel gereklilikleri yerine getirmek” için evrimleştirmişlerdir. Yani yaşam koşulları nedeniyle büyük bir beyine ihtiyaç duyan bu canlılar, beyinlerini evrimleştirebilmişlerdir. Bu iddiaya göre, “ihtiyaç duymak”, bir organın fiziksel değişimine sebep olabilmiştir!

Buna benzer bir başka iddia ise -yukarıda da belirttiğimiz gibi- Engels”e aittir ve hala evrimciler tarafından da desteklenmektedir. Engels”in Lamarckçı senaryosu şöyledir:

 

 

“Bu maymunlar, belki de özellikle yaşayış biçimleri dolayısıyla ağaçlara tırmanırken ellerine ve ayaklarına farklı fonksiyonlar kazandırarak düz yerde yürürken ellerini kullanma alışkanlığını yavaş yavaş bırakmaya, dik biçimde bir yürüyüş kazanmaya başladılar. Böylece maymundan insana geçiş için en önemli adım atılmış oldu.

Asıl adım atılmıştı; el özgür hale gelmişti ve artık durmadan yeni beceriler kazanabiliyordu. Böylece kazanılan daha büyük esneklik kuşaktan kuşağa geçiyor ve artıyordu. O halde el, iş organı olmakla kalmaz, aynı zamanda onun ürünüdür.”

 

Engels bu makaleyi 1876 yılında kaleme almıştı. Dolayısıyla genetik biliminden habersizdi ve Lamarckçı görüşü benimsemesi, o dönemin bilgisizliği içinde belki mazur görülebilirdi. Ancak, 21. yüzyılda, Lamarck”ın hurafesinin çökmesinden ve çevre şartlarının genetiği etkilemediğinin anlaşılmasından 100 sene sonra, Engels”in 1876 yılında öne sürdüğü Lamarckçı görüşleri “günümüzün bilimsel verileriyle doğrulanmıştır” diyerek okuyucuya sunmak, Bilim ve Ütopya dergisinin, “bilimsel skandalı”ndan başka bir şey değildir.

Acaba günümüzde bilimin hangi alanı, “ağaçlara tırmanan maymunların ellerine ve ayaklarına bazı fonksiyonlar kazandırdıklarını, sonra da kazandıkları bu fonksiyonları bir sonraki kuşağa aktardıkları”nı kanıtlamıştır? 100 yıldır çok iyi bilinmektedir ki, bir canlının duruşu, iki ayaklı mı dört ayaklı mı oluşu gibi özellikleri genetik yapısında yer alan bilgilere bağlıdır. Bir canlı istediği hareketi yapsın, istediği kadar uğraşsın yine de bu tür özelliklerini değiştiremez. Değiştirdiğini varsaysak bile, bu değişiklik genlerinde olmadığı sürece bunu bir sonraki nesle aktaramaz. Lamarckist görüşün 100 yıl önce terk edilmesinin ve bilimin çöplüğüne atılmasının nedeni de budur. Ancak evrimciler hala satır aralarında, canlıların dik durmaya, ellerini özgürleştirmeye veya korunmaya ihtiyaç duyduklarını ve bu ihtiyacın sonucu olarak bir takım özelliklerini değiştirerek evrimleştiklerini iddia ederler.

Bu, evrimcilerin, bilime ve bilimsel delillere rağmen, körü körüne, ezbere, düşünmeden, tutucu ve bağnaz bir şekilde evrim savunuculuğu yaptıklarının göstergelerinden sadece bir tanesidir.

Sonuç

Bilim ve Ütopya dergisinin Haziran 2001 sayısı, beyin ve bilinç konusunda anlatılan hurafeler, bilim dışı masallar ve spekülatif açıklamalarla doludur. Günümüzde, maddeci yaklaşım hızla terk edilmekte, insanlar materyalist dogmadan bağımsız olarak hür düşünebilmekte ve gerçekleri görebilmektedir. Artık insanların büyük bir bölümü, “bilincin beynin bir salgısı” olduğu gibi materyalist masallara inanmamaktadır. Bilim Ütopya dergisi bu gelişmeleri fark etmediği, materyalist ve Darwinist tutuculuğundan vazgeçmediği sürece, çağın gerisinde ve bilim ve akıl dışı görüşlerin içinde boğulmuş kalmaya devam edecektir.

Ayrıca bakınız

Video – Yuval Noah Hararı’nin SAPIENS Adlı Kitabındaki Bazı İddialara Cevap 4 – “Geçmişte insanın pek az şey ürettiği” iddiası

Harari ve diğer evrimcilerin bir iddiası da “geçmiş nesillerin çok az şey ürettiği” yönündedir. Bunu …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.